Eyl 23
Söyleşi by Ayşe Eyyüpkoca
‘’ AHİRETİ ÖNCELEYEN BİR ŞEHİR ÜTOPYASI VAR İÇİMDE.’’
Şehirden başlayalım öncelikle.. Sahi nedir şehrin sinir uçları?.. Yıldız Ramazanoğlu’nun şehirle olan alakasını, ‘İçimden Geçen Şehirler’e gelmeden daha, ‘Bir Dünyanın Kadınları’nda da görüyoruz… Nedir şehirle olan münasebetiniz?
Şehir insanların bir arada yaşama iradesinin en üst düzeyde örgütlendiği yer olarak görülür her zaman. Şehir aslında bir tanıtım yeri. Burada insanlar nesneler fikirler bir gösteri gibi önümüzden akıp gidiyor. Hem içindeyiz hem herkes tek başına. Elde etme olanaklarıyla dolu cazibe merkezleri şehirler. Sonsuz gerilim ve rekabet mekanları. Devletlerin fikirlerin başarılarını sergilemeye kalkıştıkları saygın teşhir yerleri, güç nesneleri. Şimdilerde insanların tüketim biçimleriyle birbirlerinden ayrıldıkları bir yer. Nerede oturuyorsun, araban ne marka gibi. Bu inançlara dayalı ayırımı bile gölgede bırakıyor artık. Ahireti önceleyen bir şehir ütopyası var içimde. Dalalette ittifak etmeyen, önceki şehir ahalilerinin akıbetlerinden haberdar olan insanların başka insanlara merhamet ettiği şehirler dolaşıyor hayallerimizde. Işık hızıyla fetihler yapan müslümanların şehirlerin genel tarihi dokusuna müdahale etmeden saygı ve hoşgörü içinde adaleti yükselten, şehirleri geliştiren tutumları geliyor aklımıza. Sinir uçları ise gerilim alanları. Statülerin ürünlerin ve nesnelerin paylaşımında ortaya çıkan savaşta uç veriyor.
Her şey zıddıyla kaimdir kuşkusuz.. ‘New York ve Mekke.. Elektron ve Proton’ şimdiye kadar kağıt üzerinde de olsa, hiç yan yana gelmeyen (getirilmeyen) iki şehri yazdınız.. Ve tabiri caizse taşı gediğine oturttunuz.. Mekke ile New york nasıl geldi yan yana..? Yan yana gelmelerini gerektirecek nasıl bir olgu vardı?
Bir ay içinde sırayla iki sırlı şehre de ilk kez ayak basmak üzerimde derin izler bıraktı. İman ve teslimiyetin şehri Mekke’den sonra NewYork’ta meydan okumaya ve inançtan arınma iddiasına tanık olmak sarsıcı. Elini enerjisine götürüp iş çıkaramayan, zamana karşı kayıtsız, bir rehavet ve atalet içinde kaderini bekleyen İslam dünyası ile dünyada beyazlar ve üstün insanlar için cenneti yaratma iddiası arasındaki derin çelişkiyi çözmeye çalışıyordum 1998’de. Tedbirsiz tevekkülle, abartılmış bir “herşey kontrolümüz altında” kadere hükmediyoruz küstahlığı arasında. Aynı şehirlere tekrar gittiğim zamanlarda ise Mekke’nin akıl ve hikmetle yol alan ruhunun NY’lulara şefkat elini uzatmasının iyi olacağını düşündüm hep. Burada insan olmanın en tekamül etmiş halinin yaşandığı sanılıyor, son insan denilen liberal insanın cenneti gibi anons ediliyor dünyaya ama burada insanlar odalarında kimsesiz ve yapayalnız ölüp gittiklerinden bu ölüleri kazıyıp atmak için şirketler kurulmuş. Birörnek mutluluk reçeteleri, sağlık güzellik ve uzun yaşam vaadleri işe yaramıyor. İçin için çürüyor insan ruhları. Devamını oku »
Eyl 19
Söyleşi by M. Fatih Kutan
Türküler “Karpuz kestim yiyen yok” dedikten sonra “Halin nedir diyen yok” dizesini söyleyip ilgisiz gibi duran iki meseli birbirine hikmetle bağlar. Ben yazdıklarınızı en çok halk türkülerine benzetiyorum. Bülent Akyürek de alakasız gibi duran iki konuyu taş-gedik usulünce yazıya oturtuyor. Bunun sırrı nedir, nasıl yazıyorsunuz?
Bütün mesele budur zaten, alaka kurabilmek! Hakikatin peşindeyken sonsuz nesneye takılmaktansa bir malzemeyle düşünebilmek yararlıdır. Elinize bir at kestanesi alın, yıllarca tüm hayatı ve hayatın bütün düşünsel kıvrımlarını buradan inceleyin, geldiğiniz yere siz bile inanamazsınız. Küçük şeyler hakikat anlaşılsın diye vardır. Gözle görünemeyecek kadar küçülüp yok olan şeyler, ancak başka bir boyutta daha değişik bakışlarla anlaşılır olurlar. Dünyada birbiriyle alakası kurulamayacak iki şey yoktur. Bakın, insanlar yıllardır doğuyla batıyı kaynaştırmak için çabalayıp sentez dinleri kurmaya çalıştılar. Alakasızlıkta da alaka vardır. Misvakla vibratörün yan yana geldiği gün doğu ile batının da sentezi yapılmış olur. Böyle bir sentez kimin işine yarayacak merak ediyorum doğrusu… Alaka kurmak böyle bir şey… Şimdi kurduğumuz alakadan yola çıkarak doğu batı üstüne tartışmamız daha sıkı olacaktır kanaatindeyim!
Taşı gediğine koymanın ahengi demiştik, iyi ama bunu nasıl yapıyorsunuz?
Her taş parçası yıkılmış bir duvarın yamasıdır. Bazen bir parça düştüğü için içeriye gün ışığı girer ve sizi başka bir yere götürür yada buradaki eksikliği doldurmaya çalışırken farklı yönlere giderek hakikate ulaşırsınız. Burada mühim olan ipuçlarını toplayabilmenin maharetine sahip olmaktır. Taşa bakıp gediği aramak da var, gediği inceleyip taşın izini sürmek de… İkisi de doğru yöntemdir ama seçtiğiniz yöntem sizin yazarlığınızın tarzını, arka planını yaratır. Mesele bu… Devamını oku »
Etiketler:
Bülent Akyürek,
Söyleşi
Eki 17
AFRİKA’DAN CİZRE’YE ŞİİRİN DAĞLARINDA DOLAŞMAK
Bir şairsiniz, üstelik okurlara- en azından bana- kalemi tanımazdan evvel kelâmı tanımış olduğu izlenimini veren bir şair. Sözün edebini layıkıyla taşıyor, çivisi çıkmış bir dünyanın çoktan rahmetli olmuş kelimelerini kabirlerinden kaldırıp, ruhunuzun döktüğü suyla arıtarak saf tutturuyorsunuz dizelerinizde. Sorarım, bu bir itiyâd mı, bir sevk-i tabî mi; yahut şöyle diyelim: ne vakitten bu yana şairsiniz?
Ne vakit şiire başladım hatırlamıyorum. Şiire ilk ürpermem çocukluk yıllarına rastlar; Adana belki yorgun bir sonbahar akşamı pencerelere dayanıp iş dönüşü beklenen ablalar, belki top oynayan çocukların kaleye bile almadıkları göçmen yüzüm, belki de sayılmayan gollerim, bilmiyorum. Ama şiirlerimin üzerinde kalbimin gölgesi var diyebiliyorum. Ben neyle konuştum, benimle ruhum nasıl konuştu, neyi saydım neyi döktüm, hangi yollara gittim, hangi esintilere kapıldım nerdeydim, bir kar sesinde yağışım, bir akarsu oluşum nedendir, bilmiyorum, bir vakte sığdıramıyorum. Devamını oku »
Eki 17
“BİZ BÜYÜK ŞEHİRLER KURMUŞ BÜYÜK BİR UYGARLIĞIN ÇOCUKLARIYIZ!”
Yanılmıyorsam 89′lu yıllardı. On alan her öğrenciye kitap hediye ediyorum. Kitap yediğimiz yıllar. Sahaflar kürkçü dükkanımız. Beyazsaray kitapçılar çarşısı. Merdiven altında Tohum Kitapevi. Kitapları didik didik ediyorum. Kimseyle konuşmuyorum. Kuytu bir yerde çete dergileri. Hakan Albayrak, Nihat Genç. O gün bugündür ikisini de kaçırmam Kitaplarını okuduğum yazarların çoğu kitaplarının altında kalarak beni hayal kırıklığına uğratmışlardır. Bunun istisnası bu iki güzel insandır… Nihat Genç’i Maçka Deresine benzetirim. Berrak, gür ve hızlı. Dar alanda tufan. Kalıplara sığmaz. Bence yeterince tanınmadı, tanımlandı. Fıttırdığım noktadır. “Kör olasın demiyorum, kör olmadan gör beni” diyor ya.. .Al bendende o kadar.
Hiç karamsar olmadı. Sabah oluyorsa umut vardır, diyenlerden. Kelimelerden kılıç yapıp soylu savaşlara çıkar. Onurlu ve dimdiktir. Onlarca baskı yaptı kitaplar. Parası hiç olmadı. 1956 Trabzon doğumlu . En çok okunan yazarlardan. Ofli hoca, bu çağın soylusu, dün korkusu dar alanda tufan, soğuk sabun, kompile hikayeler, one man show, köpekleşmenin tarihi, edebiyat derslerine giriş, nöbetçi yazılar, arkası karanlık ağaçlar. Modern Çağın Canileri, İhtiyar Kemancı gibi kitapların yanında eli kulağında beklediğimiz; Karanlığa okunan ezanlar. Kimseye yaslanmadı. Bütün bunlara rağmen konuşuyor ve yazıyor. Sevgili dostum Dr. Ünal Hülür’le Vadi Kitabevi’nde edebiyatımıza ve holdinglere yaslanmış Edebiyat dallamalarını konuştuk:
Şimdi şunu söylemek istiyorum. Ülkesine, geleneklerine kültürüne ve bugünkü siyasal, uluslararası duruma hakim olmayan bir edebiyatçının kalkıp bir metin, bir makale, bir deneme üretmesi mümkün değildir. Edebiyatçılarımız genel anlamda 1980 den sonra şairlerimiz ve hikaye yazarlarımız. Sanki dünya gündeminden düştü gibi ve uzaklaştı gibi… Ve başka tuhaf insanlar yani Medyadaki bir takım insanlar dünyadaki siyasal sorunlara sahip çıktılar. Tabii ki kör topal, tabii ki gizli servislerin, ajanlı hikayelerin ya da Avrupalı vakıfların emrinde… ya da büyük holdinglerin, medya holdinglerinin karanlık ABD ve İsrail ittifakı içinde bir yere bağlandılar. Ama nihayetinde bunlar kök olarak edebiyatçı değillerdir. Ya da bu ülkenin gelenekleri ve bu ülkelerin kültürüyle çok yakından ilgileri yoktu. Ismarlanmış yazarlardı. Hatta bunların terbiyesizliği bunları bir yere getirdi. Bu köşe yazarları tayin edilmiş bu köşe yazarları medyada romanlar bile yazmaya başladılar. Yani edebiyata da onlar hakim olmaya başladılar. Bir zaman sonra Türkiye’de laik- şeriat gibi tartışmalar çıkarmakla kalmadılar Türkiye’nin dış siyasetini İsrail eksenli yaptılar. Bankaların soyulmasına … 80 milyar doların uçmasına göz yumdular. Bütün bunlar yetmezmiş gibi birde bu insanlar, yayınevlerini ele geçirmek için büyük holdinglerle yayın kampanyasına başladılar.
Tabii ki burada Anadolu’dan yetişmiş, Trabzon’dan Konya’dan yetişmiş küçük dergiler çıkartan, küçük dergiler içinde kendini geliştiren bir insanın kalkıp isim yapması, şöhret yapması mümkün değil. Çünkü şöhretin olmazsa sen sesini kitlelere ulaştıramazsın. Bunun en büyük örneklerinden biri Nihat Genç’tir. Hem bunların gazete ve dergilerine tenezzül etmeyeceksin, hem de ismini geniş kitlelere duyuracaksın… bu zorluğu bütün hayatım boyunca yaşadım. Belki de tüm matbuat aleminde benim kadar sansür uygulanan başka bir insan olmadı. Ama ben bu toprağın çocuğuyum. Bu toprağın ekiniyle büyüdüm. Çırpına çırpına yırtına yırtına söyledim. Sonunda insanlar, öğrenciler kitleler benim metinlerimi aldılar başlarının üzerine koydular. Şunu çok önemli bir cümle olarak söylemek istiyorum: bu toprağın suyunu içip ekmeğini yemişseniz o suyun ve ekmeğin maddi organik yapısı dışında, içinde dualar vardır. Başka bir şeyler vardır. Bu size sabrı, metaneti, direnişi öğretir ve sesiniz kalıcı olur. Ben edebiyatın bir ekmeği olduğunu, çok ciddi bir ekmeğinin olduğunu ama edebiyat tarihimizde ciddi bir duası vardır. Dualarla şiirleri, mevlitleri kandillerde okunmuş çok güzel soylu şiirleri, hikayeleri olduğunu düşünüyorum. Bizim ruhumuzu besleyen damarlar bunlardır. Devamını oku »
Nis 10
Söyleşi by Ömer İdris Akdin
Mehmet Akif Ersoy’un 4 dil bildiği söylenir. Batıyı ve doğuyu yakından takip ediyordu. Spencer, Nice, Schopenhover, Beaudhler, Zola, Volter, Piyerloti, Aleksandre Dumas Fils, Sadi, Hafız, Beydeba… Sanırım Türk aydın tipinde fazla görülen bir tarz değil bu.
Mehmet Âkif, anadili olan Türkçe’nin dışında Arapça, Farsça ve Fransızca’yı bu dillerde yazılmış kitapları okuyabilecek hatta onlardan tercüme yapabilecek ölçüde iyi biliyordu. Zaten kendisi de okulda en çok dil derslerinde başarılı olduğunu söylemektedir. Bu yüzden, devrinin en kültürlü edebiyatçısı olarak bilinir. Yakınları kütüphanesinde okunmadık tek bir kitabın bile olmadığını söylemektedirler. Üstelik okumaları tek yönlü değildi. Hem yerli edebiyatı hem doğuyu hem de batıyı okuyordu. Devrinin diğer aydınlarında bu durumu görmek gerçekten imkansızdır. Ayrıca Akif’in okumaları sadece edebiyatla da sınırlı değildir. Hemen her türdeki eserle yakından ilgilidir. Okuma tarzı da kendine göredir. Damadı Ömer Rıza’nın söylediğine göre bir eseri didik didik ederek hem de birkaç kez okur ondan sonra o eser hakkında hüküm verirdi. Okuma listesi de hayli geniştir. Fuzuli’den Süleyman Çelebi’ye, Evliya Çelebi’den Şeyh Bedrettin’e, Yunus Emre’den Osman Şems’e, Namık Kemal’den Muallim Naciye, A. Mithat Efendi’den Cenap Şahabettin’e, Firdevsi’den Sadiye, Ömer Hayyam’dan İbnül Kays’a, Muhyiddin Arabi’den İmam Gazali’ye, Muhammed Abduh’tan Cemalettin Afgani’ye, Muhammed İkbal’den Lamartine’ye, Emile Zola’dan Şekspir’e, Homeros’tan Tolstoy’a kadar yerli, yabancı, doğu, batı ayrımı yapmadan pek çok ismi ciddi anlamda okumuş ve değerlendirmiş bir insandır. Devamını oku »
Son Yorumlar