Mar 21
… bütün gemiler için geçerli olan bir liman kuralı ve bütün limanlar için geçerli olan bir gemi kuralı yoktur
Beyaz bir sayfa üzerinde ilerlemek tıpkı bir kadeh şarabı yavaş yavaş yudumlamak gibi… Yazdıkça ve içtikçe kendi limanlarına demir atıyor gemilerimiz. Zamanı önemseme gibi bir sorun da olmuyor çoğu zaman. Belli bir hıza şartlanmadan, direkt olarak rüzgârın hâkimiyetinde ilerlemenin zevkiyle yudumlanıyor hayat. İstenilen tek şey o sırada zihnin berraklaşması ve düğümlerin tek tek çözülmesi… Kargaşadan kurtulabilmek için bütün sistemlerin tek tek çökertilmesi ve çöpe atılması… İnsanın, yaşam denizinde nereden geldiği belli olmayan rüzgârlarla bilinmedik limanlara sürüklenmesidir asıl tehlike. Bu limanlar gemilerinizi kabullenir ve onlara sığınma hakkı verirse ne ala fakat bu durumun tersi gerçekleşirse (ki genellikle tersi olur); işte o zaman karmaşanın orta yerine pazar kurulur. Alınıp- satılan, alıp-satan, gelip-geçen birbirine karışır. Yorgunluk, istenmeyen bir serum gibi bütün damarlarda dolaşmaya başlar. Uyumayla geçecek türden bir yorgunluk değildir bu. Böyle bir durumda yapılacak herhangi bir şey de kalmaz. Bir sonraki limana sürüne sürüne gitmekten başka yapacak hiçbir şey… Bazı limanlar vardır ki; hangi şartlarla olursa olsun bazı gemileri hep kabul eder. Bunu bilmenin rahatlığı bile gemiyi yönlendirmek için yeterlidir. Fakat her gemi için böyle bir durum geçerli olmadığından, en küçük fırtınada denizin dibini boylayan gemiler oldukça fazladır. Böylelikle bütün gemiler için geçerli olan bir liman kuralı ve bütün limanlar için geçerli olan bir gemi kuralı yoktur. Zamana, şartlara, rüzgara ve gemilere göre değişir durum. Böylelikle bir kuralsızlıklar bütünü boyunca sallanıp- duran gemilerce işgal edilir beyin kıvrımları. Kargaşanın asıl doğuş noktası da burasıdır. Yüzlerce-binlerce gemi, onlarca-yüzlerce liman arar-durur. Her şey birbirine karışır, çaylar dökülür, bardak kırılır, çakmağın gazı biter, sigara yanmaz ve yazı biter.
Mar 21
Tanrı Kabil’e dedi ki: Kardeşin nerede, kanı topraktan bana sesleniyor?” Ve o günden sonra Kabiller çoğaldı; kan kokusu da tabii. İyiyle-kötünün savaşı başladı. Bir tür karşıtlık birleşimi ya da zıtların birliği oluştu. Dengeler ya tam sağda ya da tam solda yer almaya başladı. Bu durum daha sonraları ulusal tarih kitapları ve hatta klasik Türk filmlerinde aynı doğrultuda ilerledi. Roman kahramanları da bu kılıfla sahneye çıkmaya başladılar. İnsanlık ikiye bölündü. Bir insan ya iyiydi ya da kötü. Sahnede iki kostüm vardı. Terziler bu koşulla yetiştirildiler. Firavun sonuna kadar kötüydü. Musa’nın iyi olduğu şüphe götürmez bir gerçekti. Okyanus koyu bir Musa taraflarıydı. Fakat Firavun’a sempati duyduğunu da; Firavun’un cesedini çürütmemesinden anlayabiliyoruz. Bu da bize iyi kavramının içinde bir kötü öğesi olduğunu gösterir gibi. “Şu halde burada Tanrının rolü ne?” gibisinden bir soruyla karşılaşmamız muhtemel: Tanrı’nın olaylara müdahalesi gibi bir durum o an için söz konusu değildir. Şu halde kader kavramı da oluşmazdı; kişi ettiğini bulur sözü de… Herkesin ektiğini biçmesi gibi bir durum… Devamını oku »
Mar 21
Torbasına yıkıntılar arasında bulduğu birkaç kitabı ekleyen gezgin daha önce bir kayıkçıyla hasta bir adamın yaşadığı rivayet edilen viraneden ayrılırken sevincini toparlayamıyordu kafasında. O gece epey yol aldıktan sonra bir hana rast geldi. Masraflarını ödedi, yemeğini yedikten sonra odasındaki masaya kurulup bir yol evvel kitaplara bakmaya koyuldu. İncelediği her kitabın boşluklarınca kara kalemle yazılmış cümleler çekti dikkatini. Yazılanların hepsini not defterine yazmayı bitirdiğinde handaki üçüncü gecesinin parasını ödemesi gerekecekti. Parası yeterli gelmediğinden kitapları hancıya bırakmak zorunda kaldı -not defteri dışında-. Karakalemli satırlar birleşmişti şimdi. Hepsini baştan okumaya koyuldu kitaplar bir gece daha handa kalmasına karşılık gelmişti. “Kuşkunun bin bir türü ile donanan akıl geçmişle bağını henüz koparamadığındandır ki; yazılanların sıcaklığı saptanamamıştır henüz. Olayların alınmak istenen tarafı ya da durumlardan çıkarılması gerekenler bir anda serilse ya beyin kıvrımlarına. Yüklenmenin ne kadarı zarardır bünye için ya da kimsenin kestiremeyeceği soruları yazıya zerk etmek kimin için hangi meyveyi dalından koparmaktır. Soru cümlelerinin sonuna soru işareti gelir ki o kanca ayrıca beyne takılıp kan akıtsın yeryüzüne. Yeryüzü, kuşların ayaklarının anlam kazandığı liman… ‘Beyaz bir sayfa üzerinde ilerlemek tıpkı’ diye başlıyordu cümle ‘içtikçe ve yazdıkça kendi limanlarına demir atıyor gemilerimiz’ diye devam ediyordu ve yarım kalışımız böylece başlıyordu. Bir şeylere çare ararken hep, çare unutulup aranan şeyin kendisi başka bir sorunun kaynağı olunca (soru ve sorun), iklimler de anlamını yitiriyordu. Bir cümleye başlanmışsa, cümlenin devamı o cümlenin başıyla bağlantılı olmalı mı ki bu cümlenin sonu da ayrı bir telden çalarak kendini inkâra yol açıyor. Kaç kez daha zehirleneceğiz bu akşam soru işareti. “Akşam en güzel masaldır, iyi anlatılırsa…”
Devamını oku »
Mar 21
Uzak bir masal ülkesinde bir prenses yaşarmış. Masal ülkesinin uzak oluşu da bundanmış. Okuduğu her kitapta kendisinden bir şeyler bulduğunu görerek sevinen prenses uzaklık kelimesinden de uzak oluşundan olacak; yaşadığı her ana bir parça mutluluk serpiştirebilmek adına cümlelerini uzatır da uzatırmış. Uzun geceler boyu yalnızlığını muhkem bir elbise edasıyla gözlerine giyinen prenses, gözlerini uzaklara diktikçe yaşamının gözlerden uzak yanını görmeye başlamış.
Okuduğu kitaplara gelince, o kitaplar günlerce süren yürüyüşlerinin birinde rastladığı bir viranenin hediyesiydi kendisine. Okumayı nasıl bildiğini ise kimse sormaya cesaret edemediğinden (ya da soracak kimse olmadığından), nasıl okuyabildiği netliğine kavuşmayan uzak bir soru olarak duruyordu tozlanmış rafların birinde. Ağaçların renginde olan iki kitap, toprağın rengine bürünmüş üç ve gecenin rengiyle ıslanmış yalnızca bir kitap vardı. Devamını oku »
Mar 20
Günler ve gecelerce süren düşüncelerinin ardından kararını vermişti. Yeni bir soluğu içerisinde barındıran tek şey yolculuktu. İnsanlardan uzak(ama hepsinden) bir yer aramaya koyuldu. Yöntem olarak saptadığı durum birilerine adres sorma şeklindeydi. Her karşılaştığı insana en yakın kasabanın yönünü soruyor; insanlar hangi yönü gösterdilerse tersi yöne doğru ilerliyordu. Böylelikle on dört gece ve on beş gün neredeyse durmaksızın ilerledi. Bir dağ eteğine varmıştı. Ağaçların altından ilerlemek zorunda kaldı ki yağmur yağıyordu. Neden sonra bir kulübeye rastladı ki okuduğu öykülerde de çok kulübeye rastlamıştı. İçeride yaşlı bir adam uzanıyordu, kapıyı çaldı, içeri girdi ve yatağın başına çömeldi. Adam konuşamıyordu fakat her halinden çok hasta olduğu belliydi. Kendisinden bir bardak su istedi, o da suyu uzattı. Daha suyun yarısını içemeden bardak elinden düştü ve yaşlı adam hayata gözlerini yumdu. Kulübeye, yaşlı adama ve ölümüne dair başka hiçbir bilgiye rastlamadı. Sanki adam ölmek için onun gelişini beklemişti. Kulübenin hemen arkasına gömdü adamı. İçeriyi kendisine göre düzenleyerek orada kalmaya başladı.
Devamını oku »
Son Yorumlar