UZAK

2

Uzak bir masal ülkesinde bir prenses yaşarmış. Masal ülkesinin uzak oluşu da bundanmış. Okuduğu her kitapta kendisinden bir şeyler bulduğunu görerek sevinen prenses uzaklık kelimesinden de uzak oluşundan olacak; yaşadığı her ana bir parça mutluluk serpiştirebilmek adına cümlelerini uzatır da uzatırmış. Uzun geceler boyu yalnızlığını muhkem bir elbise edasıyla gözlerine giyinen prenses, gözlerini uzaklara diktikçe yaşamının gözlerden uzak yanını görmeye başlamış.

Okuduğu kitaplara gelince, o kitaplar günlerce süren yürüyüşlerinin birinde rastladığı bir viranenin hediyesiydi kendisine. Okumayı nasıl bildiğini ise kimse sormaya cesaret edemediğinden (ya da soracak kimse olmadığından), nasıl okuyabildiği netliğine kavuşmayan uzak bir soru olarak duruyordu tozlanmış rafların birinde. Ağaçların renginde olan iki kitap, toprağın rengine bürünmüş üç ve gecenin rengiyle ıslanmış yalnızca bir kitap vardı.

Gündüzleri okumanın gözlerini çok yorduğunu düşünmüş olacağından sessiz gecelerin birinde başladı okumaya ve ilk olarak gecenin rengini aldı eline. Kitapların isimleri yoktu üzerlerinde. Okuduğu ilk kitap şöyle başlıyordu : “ Önce isimler vardı.” Bi yerlerden beynine ya da kalbine depolanmış kavramlar vardı ve hepsinin anlamı öğretilmişti kendisine. Gündelik olan hiçbir durum hakkında merak duygusu yoktu içinde, bi şekilde alınmıştı anlağından ve birçok şeyi çok iyi bildiğini düşünmesine rağmen birçok şey hakkında hiçbir fikri yoktu ve bilmediğinden de haberi yoktu. Her kitabın bir ismi olması gerektiğine o ilk cümleyle karar verdi. Birinci kitaba gecenin rengi adını verdi, diğer üçüne doğanın rengi ve son ikisine toprağın çocukları… Kitapların yazılma nedeniyle yordu bir süre düşüncesini ve ilk aklına gelen, mutluluğun sağlanması adına bir şeylerin yazılması ya da başkalarının mutluluğu adına yazılması… Kavramları biraz daha sorguladıkça mutluluk yerine huzuru yerleştirdi. Prensesti o ve her istediğini yapma hakkına sahipti düşüncesinde; her ne kadar bu durumun farkında olmasa da… Yaşamak uzak bir ülkeydi çoğu zaman ve uzaklığının saptanamaması zaman kavramının olmayışıyla ilintiliydi.

Yaşlanmak, yorulmak, acıkmak gibi zamana bağlı eylemler de yoktu. Cennet diyordu kitapta olası bir savaşın yenilenin lehine dönüşmesidir. Ne zaman ki yenilen savaşı kazanır ya da yenilmek yenmek anlamını alır savaş arenasında o zaman kapılar aralanır. Kendisiyle saatlerce konuşabilen nadir insanlardandı prenses; konuşmayı karşılıklı yapılan bir eylem niteliğinde hazırlamamıştı beyni. Uzun cümlelere ilk kez toprağın çocuklarının ikincisinde rastladı. “Gelinen noktaların netliği insan beynini allak bulak edercesine karmaşık bir hale soktuğunda yaşam insanlarla bir kez daha alay ederek her şeyi tersine çevirince insanlar geldikleri noktayı unutarak bilinmez yolculuklar arayışıyla yollara düştüler.” İnsanlar, yollar; bu kavramlara uzak değildi prenses ve anlıyordu her bir cümleyi özümseyerek ama merak etmiyordu insan nedir işlevi nedir yolu oluşturan etmen nedir çünkü uzak diye bir kelimenin varlığından habersizdi. Doğanın renginin üçüncüsü bir öykü anlatıyordu. “Uzak bir adaya düşen bir gezgin(neye göre uzak), ne yapacağını bilememenin şaşkınlığıyla gezinirken orta yerde bir karaltıya rastladı.” Kitabın başlarından bir bölüm bu şekilde devam ediyordu. Kendisiyle saatlerce süren sohbetlerinin birinde gözleri bir karıncaya takıldı ve bir süre onu izledi. Karınca bir ağaca tırmanıyordu, tırmanma işi bir süre devam etti. Prensesin gözleri ve aklı bu duruma tam alışmışken aniden karınca yere düşüverdi ve hiçbir şey olmamışçasına tırmanmaya yeniden başladı. “Bir karıncanın ağacın tepesine ulaştığında yere düşmesidir hatırlananların mantığa uyguladığı basınç…” diye yazdı gecenin renginin arka sayfalarındaki boşluğa ve yazdığı ilk şeydi bu. Yazmak diye düşünmüştü, gördüğü ve okuduğu kelimelerin yerini değiştirerek aynı kelimeleri kullanma eylemi… Kelimeler aynı olsa da yerleri değişince anlamları farklılaşıyordu. Bunun üzerine gecenin rengindeki kelimelerin yerlerini değiştirmeye başladı. Bu eylemi bütün bir kitap için uygulayınca ortaya farklı bir kitap çıktı. Fakat bütün kitapların boşlukları dolduğundan diğerleri için aynı yöntemi uygulayamadı. Nasıl oluyordu da bazı şeyleri anlamasına rağmen anlama eyleminin ötesine geçmiyordu. Bu durum huzurla ilgili olmalıydı. Kim kendisiyle konuşmayı reddeder? Güzel bir rüya gördükten sonra aniden uyanan ve o sırada tarif edilmez duygular yaşayan bir kızdan bahsediyordu kitapların arasından düşen bir yaprağın üzerinde, ama öykü devam etmiyordu. Birden uyandı. İlk önce nerde olduğunu anlayamadı. Saatin zilini kapattı. Biraz sonra, garip rüyadan uyandığının farkına vardı. Uzak bir masal ülkesinde yaşayan bir prenses olmuştu rüyasında. Çok uzun bir zaman boyunca yaşamıştı sanki rüyayı ama uzaklığını kestiremiyordu. Çevresinde hep yalnız yaşamayı seven biri olarak tanınmıştı ama rüyasında çevresi diye bir şey de yoktu. Rüyasında bir prensesti ve mutluydu ama hayır yerine başka bir fiil huzurluydu ve o sırada bi başka insan da görmemişti yalnızca kendisi, o kitaplar ve o kadar… Başka bir şey hatırlamıyordu.

Hayatında okuduğu ilk öyküydü bu. Güzel başlamıştı ama işte sonunda bir rüya olduğu gün gibi ortaya çıkmıştı. Ve rüyayı gören kızın yaşamı hakkında da pek bişeyler yazılmamıştı öyküde. Bir başlangıcı veya sonu olmayan bir öykü diye düşündü; kendisini rüyasında bir prenses olarak gören bir kız ama prensesliği nerden bahşedildi kendisine çünkü rüyada prenses olduğuna dair hiçbir işaret yok. Ve bu öyküyü okuyan kişi hakkında da hiçbir şey yazılmayacaktı bundan sonraki satırlara… Çok uzak bir ihtimaldi bu ve yazılan ilk öykü aynı zamanda yazan adına…

Önceki İçerikRÜYA
Sonraki İçerikMASAL