Tanrı Kabil’e dedi ki: Kardeşin nerede, kanı topraktan bana sesleniyor?” Ve o günden sonra Kabiller çoğaldı; kan kokusu da tabii. İyiyle-kötünün savaşı başladı. Bir tür karşıtlık birleşimi ya da zıtların birliği oluştu. Dengeler ya tam sağda ya da tam solda yer almaya başladı. Bu durum daha sonraları ulusal tarih kitapları ve hatta klasik Türk filmlerinde aynı doğrultuda ilerledi. Roman kahramanları da bu kılıfla sahneye çıkmaya başladılar. İnsanlık ikiye bölündü. Bir insan ya iyiydi ya da kötü. Sahnede iki kostüm vardı. Terziler bu koşulla yetiştirildiler. Firavun sonuna kadar kötüydü. Musa’nın iyi olduğu şüphe götürmez bir gerçekti. Okyanus koyu bir Musa taraflarıydı. Fakat Firavun’a sempati duyduğunu da; Firavun’un cesedini çürütmemesinden anlayabiliyoruz. Bu da bize iyi kavramının içinde bir kötü öğesi olduğunu gösterir gibi. “Şu halde burada Tanrının rolü ne?” gibisinden bir soruyla karşılaşmamız muhtemel: Tanrı’nın olaylara müdahalesi gibi bir durum o an için söz konusu değildir. Şu halde kader kavramı da oluşmazdı; kişi ettiğini bulur sözü de… Herkesin ektiğini biçmesi gibi bir durum… İnsanlar kendilerine sunulan iki kostümden birini seçmek yerine kostüm kullanmamayı tercih ettiler. Daha sonraları iki kostüm üst üste giyildi ve ortaya tarafsızlık kostümü çıktı. Bu kostümde hem bütün renkler vardı, hem de hiç renk yoktu. Daha sonra renkler bazı insanlarda dengesiz biçimler aldı. Bu renkleri gören gözlerde farklı algılamalar ortaya çıktı. Buna da görecelilik dendi. Kostümsüz olanlar bilginin sonradan kazanıldığı tezini ortaya atarak, renkleri tek tek oluşturmaya ve tanımlamaya başladılar. Sonradan renkler birleşerek farklı tonları oluşturdu. Buna da tümevarım dendi. Giderek daha da karmaşıklaşan sahne soru işaretleriyle temizlenmeye çalışıldı. Sanki bir an her şey açıklığa kavuşacak gibi oldu, bu durum ise bilginin doğuştan geldiği tezini kuvvetlendirdi. İnsanlar bu karmaşayı daha bir çözüme kavuşturmak için boş zamana ihtiyaç duydular. Ve zamanlarını alan günlük işlerini, düşünmüyor gibi yapan insanlara yüklediler. Böylece kölelik doğdu. Böyle bir kavram doğunca da temellendirilmek istendi. Ve köleliğin altın kuralları oluşturuldu. Kölelikten yana olanlar ile olmayanlar farklı çatılar altında toplandı, böylece gruplaşma ya da kitle zihniyeti ortaya çıktı. A zihniyetine sahip olanlar için B kötü; B zihniyetine sahip olanlar için A kötüydü. Bireysellik geri plana itildi. Daha sonra C, D ve bilumum zihniyetler ortaya çıktı. Toplum içindeki bu birden fazla değişik düşünce ortamı demokrasinin temellerini attı. Bu düşünceleri tek elden yönetme gereksinimi mutlak monarşileri güçlendirdi. Bütün bu karmaşa ol1amında eziyet, haksızlık, kavga kavramları bu karmaşaya bağlı olarak doğdu. Bunları minimuma indirmek için bir takım kurallar hazırlandı. Bu da kanunların dozajını yükseltti. Kanunları uygulamak için bir sisteme ihtiyaç duyuldu. Bunun adına da devlet denildi. Sisteme ayak uyduramayanlar sistemi suçladılar. Suç ve hapis kavramları gelişti. Bahsedilen kavramların çoğu bazı toplumlarda erken, bazılarında geç ortaya çıktı. Bu durum da üstün devlet, sömürgeci devlet anlayışını geliştirdi. Halka giderek genişleyince hizmet ve denetim ihtiyacı arttı. Yasama, yürütme, yargı gelişti. Bütün bu olaylar gelişirken kötülük hep üstün gibi göründü. Zalim önderler eşliğinde büyük katliamlar işlendi. Fakat iyilik de kendini çoğu zaman hissettirdi. Şimdi küçük bir sır vermenin sırası geldi: Kabil, Habil’ i öldürdü ve insan nesli Kabil’den türedi. Kabil’e gelince, kendisi kusursuz bir katildi, yani kötüydü. Bu da bize kötülüğün neden hep başrolde olduğunu gösterir gibi…