MUSTAFA ÖZÇELİK’LE “MEHMET AKİF ÜZERİNE!”

4

Mehmet Akif Ersoy’un 4 dil bildiği söylenir. Batıyı ve doğuyu yakından takip ediyordu. Spencer, Nice, Schopenhover, Beaudhler, Zola, Volter, Piyerloti, Aleksandre Dumas Fils, Sadi, Hafız, Beydeba… Sanırım Türk aydın tipinde fazla görülen bir tarz değil bu.
Mehmet Âkif, anadili olan Türkçe’nin dışında Arapça, Farsça ve Fransızca’yı bu dillerde yazılmış kitapları okuyabilecek hatta onlardan tercüme yapabilecek ölçüde iyi biliyordu. Zaten kendisi de okulda en çok dil derslerinde başarılı olduğunu söylemektedir. Bu yüzden, devrinin en kültürlü edebiyatçısı olarak bilinir. Yakınları kütüphanesinde okunmadık tek bir kitabın bile olmadığını söylemektedirler. Üstelik okumaları tek yönlü değildi. Hem yerli edebiyatı hem doğuyu hem de batıyı okuyordu. Devrinin diğer aydınlarında bu durumu görmek gerçekten imkansızdır. Ayrıca Akif’in okumaları sadece edebiyatla da sınırlı değildir. Hemen her türdeki eserle yakından ilgilidir. Okuma tarzı da kendine göredir. Damadı Ömer Rıza’nın söylediğine göre bir eseri didik didik ederek hem de birkaç kez okur ondan sonra o eser hakkında hüküm verirdi. Okuma listesi de hayli geniştir. Fuzuli’den Süleyman Çelebi’ye, Evliya Çelebi’den Şeyh Bedrettin’e, Yunus Emre’den Osman Şems’e, Namık Kemal’den Muallim Naciye, A. Mithat Efendi’den Cenap Şahabettin’e, Firdevsi’den Sadiye, Ömer Hayyam’dan İbnül Kays’a, Muhyiddin Arabi’den İmam Gazali’ye, Muhammed Abduh’tan Cemalettin Afgani’ye, Muhammed İkbal’den Lamartine’ye, Emile Zola’dan Şekspir’e, Homeros’tan Tolstoy’a kadar yerli, yabancı, doğu, batı ayrımı yapmadan pek çok ismi ciddi anlamda okumuş ve değerlendirmiş bir insandır.

Safahat sizce nedir? Şiir mi, öğüt mü? Toplumsal meselelere ilişkin gözlem ve çözümlerden mi oluşur? Yani “Safahat”ın bu günün dünyasına bakan yüzü nedir sizce?
Akif’in şairliği değerlendirilirken yaşadığı devrin özellikleri de iyi bilinmelidir. O şiiri devrinin sorumlu bir aydını olarak sırf sanat için yazmadı ve şairlik iddiasında hiç bulunmadı. Safahatın başında “Bana sor sevgili kâri’, sana ben söyleyeyim/ Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım/ Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri / Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım” diyen bizzat kendisidir. “Kendimi milletimin huzurunda gördüğüm günden beri  sanattan ziyade cemiyeti düşünmek istedim.” diyen de odur. Akif’i böyle düşündüren elbetteki devrinin şartlarıdır. Gerçekten de 2. Meşrutiyet sonrasının sosyal ve siyasi şartları hiç kimsenin ilgisiz kalamayacağı kadar ıstırap vericidir. Dolayısıyla Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp gibi şairler de şiirlerini içtimaî sahaya hasrederek toplum meselelerini şiirlerinde dile getirmekteydiler. Fakat onlar bir bakıma siyasi kimlikleri daha ön planda ve şairlik kabiliyetleri geri planda olan kimselerdi. Ama Akif öyle değildi.  Gerçekten de şair yaratılışlıydı. Pekâlâ, “sanat kaygısı” ağır basan şiirler yazabilirdi. Ama yazmadı. Akif, nasıl sonradan bütün unvanlarından ve mesleklerinden sıyrılarak, hayatını, sağlığını, rahatını ve hatta aile huzurunu milleti için ikinci plana itip Milli Mücadele’ye katılmışsa, aynı sorumlu tutumu şiirinde de gösterdi. Aldığı iyi eğitim, şairlik kabiliyeti ve şiir kültürü birikimiyle çok güçlü lirik ve mistik şiirler yazan “sanatkâr Akif” olabilecekken şiirini milletine ve memleketine adadı. Şiirini bir bakıma cemiyete feda etmiş oldu. Bu yüzden devrinin ve sonraki devirirlerin kimi edebiyat tarihçileri ve tenkitçileri onu şair bile saymadılar. “İyi bir manzum hikâyeci “deyip işin içinden çıktılar. Oysa Akif, bu yargıların haksızlığını şiirinin son devresinde göstermiştir. Gölgeler’deki pek çok şiiri onun şiirdeki asıl kudretini ve yönünü göstermesi açısından önem taşır. Nitekim bunlar, tam anlamıyla bir sanatkâr şiirlerdir. Bu değerlendirmelerin ışığında Safahat’ın didaktik bölümlerinin elbette bir öğüt, bilgilendirme ve toplumsal çözümleme metinleri olduğunu da tabiî ki söylemek gerekir. Yine Safahat, bir toplumsal tutanak olarak dün’ü öğrenmek isteyenler için çok zengin tarihi, sosyal unsurları da ihtiva etmektedir. Onun bu yönü de her zaman için önemini koruyan bir özelliğidir.

Mehmet Akif’in tarihsel izleğinde bazı kavramların sağlıklı bir biçimde ele alınması gerekiyor sanırım. Örneğin Taceddin Dergahı, Mısır İkameti ve bir hüzün noktası olarak Akif’in cenazesi’nin öyküsü… ne dersiniz bütün bunlara…
Mehmet Âkif, 1920 yılı nisanında Millî Mücadele’ye katılmak üzere Ankara’ya gitti. Bu gidiş aynı zamanda bir davet üzerine de olmuştur. Bu daveti yapan bizzat Mustafa Kemal’dir. Nutuk’ta bu durumdan hiç bahsedilmez fakat Akif’in oğlu Emin’in hatıralarında bu durumdan söz edilmektedir. Ankara’ya gelince ikametine tahsis edilen Taceddin Dergâhı’na yerleşti ve hemen mücadelesine başladı. Akif’in algılamasına göre Milli Mücadele, sırf vatan ve din müdafaası hareketiydi. Bu yüzden bu harekete vatanında İslam ahlak ve nizamının hâkim olduğunu görmek idealiyle katıldı ve hareketin “manevi önderi” oldu.  Bir yandan halkı tenvir ederken bir yandan da bu harekete şüphe ile bakan aydınların, ulemanın şüphelerini de giderecek faaliyetlerde bulundu. Yazılar, şiirler yazdı. Mecmua çıkardı.  Fakat Milli Mücadele kazanıldıktan sonra işlerin yönü değişti. Mehmet Akif, yeni oluşumun yöneticileriyle anlayış notasında uyuşamadı. Kurulan yeni hükümetin fikirleri Akif’in idealleriyle örtüşmüyordu. Mücadele boyunca halkı motive eden güç İslam olmasına rağmen, şimdi İslam birliği fikrinden vazgeçilmiş, devlete batıcı, laik ve ulusalcı bir karakter verilmişti. Bu yüzden 1923 Ekim’inde Abbas Halim Paşa ile Mısır’a gitti ve ölümüne yakın bir zamana kadar orada kaldı. Bu bir tür sürgün hayatıydı aslında… Zira onun vatanı terk etmesi için hemen her şey yapılmıştı. Şöyle ki, 1. meclis seçimlerinde milletvekili seçilen Akif’in 2. meclis seçimlerinde adı bile anılmadı O da mecburen İstanbul’a döndü. Yeni oluşuma muhalefet eden topluluklar dağıtıldı. Gazeteler kapatıldı. Bunlar arasında Akif’in başyazarı olduğu dergi de vardı. Hatta bu derginin sahibi Eşref Edip halkı isyana teşvikle suçlanarak İstiklal mahkemelerine sevk edildi. Şefik Kolaylı’nın hatıralarında anlatıldığına göre Akif’in de peşine rejim düşmanı görülerek polis takıldı.  Bir yandan da aleyhinde büyük bir iftira kampanyası başlatılmıştı. Bütün bunlar karşısında Akif gibi bir adamın düşmanlarının anladığı ve uyguladığı mücadele yöntemleriyle uğraşması mümkün değildi. Üstelik onun açacağı yeni bir muhalefet cephesi toplumda yeni tefrikalara yol açacak, uğrunda her fedakârlığı yaptığı vatanı yeniden tehlikeye düşecekti ve o bu yüzden bir tür hicret de diyebileceğimiz bir sürgün hayatını tercih etti. Akif’in Mısır yılları gerçekten de zor yıllardır. Akif, burada hem maddi hem de manevi sıkıntılar içerisindedir. Parasızlık, hastalık ama bunlardan daha kötü olan ve onu bedbinliğe düşüren asıl sebep vatanından ayrı kalmanın acısıdır. Akif, Mısır’da hastalığının artması üzerine İstanbul’a getirildi ve bir süre sonra burada vefat etti. Ölümü basında ancak birkaç satırla ve sıradan bir habermiş gibi yer aldı. Halktan gizlenmek istendi. Bu yüzden ölümü ilk etapta “bir garibin ölümü” cenazesi de tam bir “fukara cenazesi”dir. Fakat cenazenin Beyazıt’tan kalkacağı haberinin öğrenilmesi üzerine halk ve binlerce üniversite öğrencisi cenazeye sahip çıkar. “fukara cenazesi” birdenbire halka ve gençliğe mal olan bir duruma dönüşür. Beyazıt Camii avlusundan alınarak Edirnekapısı’na kadar ellerde taşınır. Kefenin üzerine bayrak sarılan naaş, Kura’n ve İstiklal Marşı ile defin edilir.

Herkesin kendine ait bir Mehmet Akif’i mi var? Yani herkes kendi düşünce sistemine göre Akif’i mi tanımlamış ya da söyle sorsam resmi bir Mehmet Akif var mı?
Akif’in hayatı da kişiliği de asla sır değildir. Edebiyatımızda üzerine en çok kitap yazılan, inceleme yapılan, sürekli gündemde kalan, hakkında lehte veya aleyhte konuşulmaya devam edilen bir insandır. Fakat ortadaki Akif portrelerinden hiç biri tam olarak onu ifade etmemektedir. Çünkü o öyle bir bakışta, bir okunuşta anlaşılabilecek sade adamlardan birisi değildir. “Nev-i şahsına münhasır” diyebileceğimiz şahsiyeti, genel kabul ya da red gören düşüncelere muhalefeti onu tanımayı oldukça güçleştirmektedir. Öte yandan o, hayatı boyunca sadece kendi ilkelerine sadık kalmış o veya bu grubun adamı olmaktan ısrarla kaçınmıştır. O yüzden ne yanında onu bütünüyle anlayan ve paylaşan dostları olmuş ne de bu anlamda ona karşı çıkan düşmanlarla yüz yüze gelmiştir. Herkes bir bakıma kendisinin resimlendirdiği Akif’in dostu veya düşmanı olmuştur. Nitekim bu ilginç durumu, Âkif’in çalıştığı büroya katip olarak giren ve üniversite öğrenciliği boyunca onun yanında çalışan, dolayısıyla Akif’i yakından gözleme imkânı bulan M.Emin Erişilgil şöyle açıklamaktadır:”Bu adam, yaşadığı devirde de, şimdi de türlü türlü tanıtılıyor. O devirde Akif, bazılarına göre zındık, gavur bir baytardı. Çünkü ölülerden şifa dilemeye kızıyor, yağmur dualarıyla alay ediyordu. Bazı ittihatçılara göre Hürriyet ve İtilafçı idi. .İtilafçılardan bazılarına göre de ittihadçı idi…Bu memleket müstakil olmazsa cami kalmaz iddiasında bulunduğu, hele Balkan harbinde “medeniyetin yüzüne tükürün” dediği için bazı aydınlara göre çok geri bir adamdı. Mahalle kahvesine hücum ettiği ve göreneğe kızdığı için oraya devama alışmış olanlara göre ise,o bir züppeden başka bir şey değildi.1908 temmuzundan sonra “yaşasın” diye bağıran miting kahramanlarını beğenmediği için,sokak meşrutiyetçilerine göre,hürriyeti anlamaz bir zavallı idi. Mütareke yıllarında Amerikan mandasının aleyhinde bulunduğu için,bazı komisyoncu ajanların gözünde bizi ortaçağa götürmek isteyen tehlikeli bir adamdı. İstanbul’da onu sarıklı sananlar çoktu.. Mısırda ise entarili gezmediği için gavurdu, hiristiyandı.” Bu ilginç anekdot Akif’in portresi konusunda çok ilgi çekicidir ama o, bütün bu resimlendirmenin dışında Mithat Cemal’in ifadesiyle tam bir “Asr-ı Saadet” müslümanıydı. Bu inanç çerçevesinde yaşayan, hareket eden, eser veren bir insandı. Resmi bir çerçevede ele alınan bir Mehmet Akif var mıdır? Elbette ortada böyle bir resim de bulunmaktadır. Bu resme göre Akif, Milli Mücadele’nin destanı olan İstiklal Marşı’nı yazan adamdır. Bu şiirine bir de Çanakkale Şehitleri şiiri eklenebilir. Ötesi üzerinde durulmaz. Zira ötesiyle ilgili resmi görüş menfidir. Ne yazık ki Akif’le gönül bağı, anlayış birliği olanlar da Akif’i kimi zaman bu tanımlama içinde ele almaktadırlar. Oysa Akif’in portresinin anlaşılması için düzyazıları, özellikle vaaz ve hutbeleri de çok iyi okunmalıdır.

Mehmet Akif’in şairlikten çok mütefekkir yönünün ağır bastığı söylenir. Şiirin bu yönde bir araç olarak kullanılmasına ne dersiniz? Sanatın tabiatına uygun bir durum mudur bu?
Akif, hem şair hem de bir düşünce ve aksiyon adamıdır. Dolayısıyla şiir anlayışı da düşünce ve aksiyon adamı olma özelliğine uygun olarak şekillenmiştir.  Bir anlamda şiiri düşüncelerini anlatmada araç olarak kullanmıştır. Bu sanatın tabiatına uygun mudur? Bu elbette tartışılabilecek bir meseledir. Ama şunu unutmamak gerekir. Bir ölüm kalım mücadelesinin verildiği böyle bir dönemde Akif gibi mümin bir karaktere sahip kişinin sanatı düşüncenin önüne alması, soyut sanat nazariyeleriyle uğraşması ondan beklenecek bir tavır değildi. Ama onun böyle bir tercihte bulunması onun şairliği konusunda bir kuşkuya düşmemize yol açmamalıdır. Akif, kelimenin tam anlamıyla şairdir. Her şeyden önce şairlik mizacına sahip bir insandır. Bu yüzden bir taraftan kimi zaman şiiri düşüncelerini ifade etmede bir araç olarak kullanırken yeri geldiğinde de şiirin gerektirdiği biçimin, lirizmin, sesin, bireysel ve toplumsal duyarlığın zirvesine çıkar. Ama o bireysellikten öte toplumsal bir lirizmi esas alarak şiirler yazmayı tercih etmiştir. Her şair gibi onun yazdıkları arasında da şiiriyet vasfı zayıf ürünler elbette bulunacaktır ama pek çok şiirinde de çok sanatkârane bir söyleşi edası yakalamayı bilmiştir. Bu bakımdan belki de onun şairliğini ve şiirlerini bu şekilde yani lirik ve didaktik ürünler olarak iki ayrı kategoride ele almak gerekir. Mesela aynı dönemin iki ismini hatırlayalım Haşim ve Ziya Gökap… Bunlardan ilki sanatı önceleyerek bu anlamda tartışmasız bir şair olmuş ama bir sanatkâr olarak içinde yaşadığı cemiyetin meselelerine ilgisiz kalmıştır. Yani sadece sanatçıdır. İkincisi ise sanattan tamamen uzak bir fikir manzumecisidir. Akif’te ise bu durum görülmez. Akif’in bu tercihinin sanat kurallarına uygun bulunup bulunmaması onunla ilgili müsbet değerlendirmelere engel değildir. Zira o gerektiğinde bu kurallara uygun olarak da şiir yazabildiğini göstermiştir. Eğer onun sanatkâr olup olmadığına bakacaksak bu tür şiirlerine göre değerlendirmek gerekir.

“Asımın Nesli” ile Mehmet Akif özlediği ve gelecek için arzuladığı gençlik tipinin bu güne denk düşen izdüşümünü tarif edebilir misiniz?
Tevfik Fikret, “Haluk’un Defteri” ile bir gençlik tiplemesi yaparken Akif de Safahat’ın altıncı kitabı olan Asım’da idealize ettiği yeni genç ve gençlik tipini “Asım”ın şahsında anlatır. Bu tür tiplemeye İkbal’de de “Cavid” olarak rastlanır. Batıda da bunun başka örnekleri vardır. Asım tipinin belirgin özellikleri ise şöyledir: Asım, bilgi, marifet ve fazilet timsalidir. Beden sağlığı bakımından mükemmeldir. Her türlü sporla ilgilidir. Beden sağlığına zarar verecek her şeyden uzak durur. Aynı şekilde ruh sağlığı bakımından da mükemmeldir. İmanlıdır, ahlaklıdır, çalışkandır, gayretlidir. Ümit ve azim sahibidir. Hırs ve kıskançlıktan uzaktır. Bir tehlike anında vatanını ve değerlerini korumak için gereken mücadeleyi canı pahasına yapar. Nitekim Çanakkale savaşında bu mücadeleyi yapmıştır. Hiçbir zorluktan yılmaz. Haksızlık ve adaletsizliğe karşı durur. Bilgilidir, kültürlüdür, eğitimlidir. Haktan ve halktan yanadır. Batının ilim ve fennini öğrenip yurdunu kalkındırmak ülküsündedir. Vatan ve millet severdir. Tabi Akif, böyle bir genç tipi düşlerken diğer ideolojiler de kendi genç tiplerini oluşturmanın peşindeydiler. Güce onlar sahip, yönetime onlar hâkim olduğu için Türk toplumu çok farklı gençlik tipleriyle karşılaştı. Ama Asım örneği olabilecek gençlerin yetiştirilmesi için de sürekli bir mücadele verildi. Bu kimi zaman, kimi fikir ve aksiyon adamlarınca “Büyük Doğu nesli”, “Diriliş nesli” oldu, kimilerince “Altın nesil” ya da siyaset adamlarının isimlendirilmesiyle “mücahit” veya “Alperen”… İsimlendirmeler farklı oldu ama özlenen, Müslüman genç örneği idi. Her fikir ve aksiyon adamı kendinde bir gençlik resmetti. Çünkü sonuçta idealleri gerçekleştirecek olan gençlerdi.

Tanzimat’la meydana gelen kırılma, Islahat fermanıyla evrimleşerek Cumhuriyetle kendine alan açtı. Osmanlı son döneminde ortaya çıkan düşünce akımları (İslamcılık, Milliyetçilik ve Batıcılık) arasında yer alan M. Akif’in de dahil olduğu İslamcılığın günümüze denk düşen yüzünde sizin perspektifinizde neler oluyor?
Tanzimat sonrasında bir çözüm yolu olarak ortaya çıkan üç ana görüşten biri İslamcılıktır. Mehmet Akif, devrinde bu akımın tamamen içerisinde olan bir isimdir. Bu akıma mensup olanlar gibi Akif’in de tezi,  problemlerimizin Kur’an İslam’ından ve Asr-ı Saadet müslümanlığı anlayışından uzaklaşmamızdan doğduğu şeklindedir. Bu uzaklaşmanın doğurduğu boşluğu ise hurafeler doldurmuştur. Öyleyse İslam ahlakına yeniden dönmemiz, hurafelerden uzak durmamız gerekmektedir. Öte yandan çağın genel özelliği bir bilim ve teknik çağı olmasıdır. Bu gerçek karşısında Müslümanlar varlıklarını sürdürebilmek için asrın bilim ve tekniğini Batı’dan almak, eğitim ve öğretime önem vermek durumundadırlar. Fakat Akif’in İslamcılığı milliyetçilik ve batıcılık arasında yer almaz. Çünkü Türkçüler Türk ırkının varlık şuurunu uyandırmanın, batıcılar ise her şeyimizle batıya yönelmenin peşindeydiler. Akif, kavmiyetçi değildi. Batı’yı da sadece ilim ve teknik yönüyle önemsiyordu. Bu yönleriyle bu iki akımdan ayrılır. Ayrıca Akif’in İslamcılığı diğer İslam coğrafyalarında dillendirilen Muhammed Abduh ve Cemaledin Afgani İslamcılığı ile de tam örtüşmez. Akif’in İslamcılığı İslam ruhunu canlandırmak, diğerlerinki İslam’a yeni bir yorum getirmek şeklindeki çalışmalardır. Kısaca böyle tanımlayabileceğimiz İslamcı görüş, Akif’ten sonra da temsilcilerini bulmuş ve günümüze kadar varlığını ve tesirini sürdürmüş, zaman içinde değişik süreçler yaşamış, kimi değişikliklere uğramış bir anlayıştır. Çünkü yeni devleti kuran irade tercihini batıcılıktan ve kısmi olarak Türkçülükten yana yaptığı için İslamcılık düşüncesi yerli bir düşünce olmasına rağmen kendini geliştirecek fikri ve siyasi zemini  tam olarak bulmakta zorlanmıştır. Böylece İslam kimi zaman salt bir ideoloji, kimi zaman siyasal bir doktrin kimi zaman kültürel bir kimlik olarak görülmüştür. Günümüzde bu yaklaşımların hemen hepsinin temsilcileri ve tezahürleri görülmektedir. İslamcılığın ayrıca bir medeniyet projesi olarak da ele alındığı bilinmektedir.

İstiklal Marşı’sın besteleniş şekline, ritmine baktığımızda militer bir ton görüyorum ben. İnsanın iç dünyasına işleyen estetik bir ritm yok. Sanki katı ulusal devlet çizgisine uygun bir yapısı var. İnsana hitap etmiyor. Sizcesi nedir bu durumun?

İstiklal Marşı’nın bestelenmesi meselesi bir hayli karışık ve uzun bir meseledir. Bu konuda daha işin başından itibaren bir mutabakat sağlanamamış, ortaya farklı besteler çıkmış, bu durumun karışıklığa yol açacağı endişesi üzerine son olarak armonik düzenlemesini Edgar Manas, bando düzenlemesi İlhan Servet Künçer tarafından yapılan Osman Nuri Üngör’ün bestesi kabul edilmiştir. Fakat daha ilk günden itibaren bu beste, sürekli tartışma konusu olmuş, en çok da, bu bestenin İstiklal Marşı için özel olarak yapılmadığı, sonradan marşa uyarlandığı, prozodi hataları bulunduğu, ses özelliğinin geniş halk tabakası dikkate alınmadan belirlendiği, esas ritminden ağır çalınıp söylendiği, ritminin çok canlı olmadığı en önemlisi de Türk temlerini ifade etmediği şeklinde görüşler ortaya atılmıştır. Üstelik beste güftenin ruhuna hiç uygun değildir. Yani sözle müzik arasında uyum yoktur. Yine tek sesli müziğe alışkın bir toplumda bu çok sesli beste aradan yıllar geçmesine rağmen bir türlü doğru olarak söylenememektedir. Bu yüzden zaman zaman bestesinin değiştirilmesi gündeme getirilmektedir. Fakat marşın artık bu şekilde yerleştiği ve yasalarla kabul edildiği gerekçesiyle bu konuda yeni bir çalışma yapılamamaktadır.
Yahya Kemal, Sermet Sami Uysal’la Sohbetler’inden birinde, Mehmet Akif ile kendisi arasındaki farkı şöyle dile getirir: ‘Akif, İslam ahlak ve akaidinin şairidir; ben İslam’ın şiirinin şairiyim’. Onun, ‘ben İslam şiirinin şairiyim’, sözünü, onun İslam medeniyetinin şairi olduğu biçiminde de okuyabiliriz. Eğer bu doğruysa, Mehmet Akif’le Yahya Kemal arasındaki ayırt edici çizgi nedir sizce?
Mehmet Akif de Yahya Kemal de Modern Türk şirinin iki büyük zirvesidir. Sezai Karakoç’un da belirttiği gibi birinin şiirini anlamak için diğerinin şiirine de bakmak gerekir. Tabi ki aralarında benzerliklerin yanında önemli farklılıklar da vardır. Akif için İslam bir din, dünya ve ahiret görüşüdür. O, İslam ahlak ve nizamının hâkim olduğunu görebilme mücadelesi içindedir. Yahya Kemal ise geçmişte yaşanan bu nizamın bir mazi değeri olarak güzelliğini şiirle ebedileştirme arzusundadır. Yahya Kemal de ise İslam bu milletin inanç manzumesidir. Yahya Kemal İslam’a milletinin önemli bir değeri gözüyle bakar. Daha çok meselenin estetik yansımalarıyla ilgilenir. Akif de ise İslam, bir ideal bir ülküdür. Diğer taraftan zaman anlayışlarında ciddi farklılar vardır. Akif, yaşadığı anın şairidir. Realisttir. Gerçeklerin peşindedir. Yahya Kemal ise geçmişe bakar. Yitirilmiş, güzel bir anıya, masala dönüşmüş geçmişin güzelliklerini tablolaştırmak ister. O tabloya resmedilen güzelliğin anıtını yapar. Böylece bir belge sunar geçmiş adına. Akif’te ise güzel bulunanın yaşatılması mücadelesi vardır. Başka bir söyleyişle Akif, caminin içinde cemaatte İslam ruhunu diriltmenin mücadelesini verirken Yahya Kemal caminin dışında caminin ve minarenin estetiğiyle uğraşmaktadır. Dolayısıyla biri sanatsallığı daha çok öncelerken diğeri sanatı bir ülkü adına ele alır. Bu bakımdan her ikisi de bu kültürün şairleridir. Ama İslam’a bakış ve bu konuyu ele alış ve algılayış tarzlarında farklılıklar vardır.

Akif’i hemen bütün yönleriyle bir söyleşi çerçevesinde konuştuk ama şunu bir daha soralım: Akif’e bugünkü bakışımız konusunda neler söyleyebilirsiniz? Hangi yönlerine nasıl bakmalı, onu nasıl değerlendirmeliyiz?
Akif’e muhalif hatta düşman olanların tavrı bellidir. Eğer İstiklal Marşı’nın yazan o olmasaydı hali nice olurdu, bunu düşünmek bile istemiyorum. Ama Akif’le iman ve fikir bağı bulunanlar için söylenecek birkaç söz var: Akif, bana göre hâlâ aşılamamış yerli bir mütefekkirdir. Fikirlerinin ve mücadelesinin tam olarak anlaşılması için devrinin şartları da göz önünde tutularak sadece şiirleriyle değil düzyazılarıyla da okunmalıdır. Diğer İslâm düşünürleriyle münasebeti abartılmamalı ve doğru anlaşılmalıdır. Zira kimileri onu hâlâ “reformist” olarak görmektedirler. Yine onun “millet” kavramıyla ilgili düşünceleri kavramın o dönemdeki muhtevası içerisinde ele alınmalıdır. Batı konusundaki fikirleri de iyi irdelenmelidir. O, bir sentezin peşinde değildi. Ona göre batının iki yüzü vardı. O, “İlim, Çin’de bile olsa alınmalıdır” ölçünün insanıydı. Ve devrimciliği…Bu kavram çerçevesinde de değerlendirilmelidir. Çünkü o, zamanın devrimcileriyle devrim kavramında değil bu devrimin içeriği konusunda ters düşmüştü. Akif, bir devrimciydi. Ama o devrimi şekilde değil ahlak ve ruh konusunda istiyordu. Son olarak ahlakı… Akif’in sanatı, mücadelesi vs. konularında eleştirilecek yanlar belki bulunabilir ama ahlakı konusunda ne dost ne düşman kutupların söyleyebileceği hiçbir olumsuz söz yoktur. Burada Akif muhalifi Şukufe Nihal’in söylediklerine bakalım: “Âkif, dönmedi. Paraya mevkiye yaltaklanmadı. Vicdanına hıyanet etmedi; gururunu çiğnetmedi, insan kaldı. Hak bellediği yola yalnız gitti. Bu, doğru bulduğu yola yalnız sapan baş önünde hürmetle eğilmeye mecburum.”  Akif’in bu yönü bugünkü Müslümanlarca iyi bilinmeli, örnek olmalı, onda temsilini bulan ahlakın insanları haline gelme mücadelesi verilmelidir.  Zira fikirde, sanatta İslamcı düşünce bir hayli yol aldı. Gelişti, genişledi ama ahlak konusundaki zaaflarımız bu gelişmenin pratiğe geçmesini ve sonuç vermesini sürekli olarak engellemektedir. Hayat, iktidar, makam, mevki dünyanın ciddi sınavlarıdır. Ahlaksal sorunları bulunanlar ne kadar fikir ve sanat alanında bilgili, birikimli olsalar bile bu durum hiçbir mana ifade etmemektedir. Sınavlar sürekli kaybedilmektedir. Geliştiğimizi sanırken yozlaşmamak istiyorsak Akif’in ahlak yönü önümüzde hep canlı bir örnek olarak durmalıdır. Yine edebiyatımızın da Akif’ten öğreneceği çok şey vardır. Bu durum da göz ardı edilmemelidir.

Önceki İçerikPORTRE DENEMELERİ 1 “ABDURRAHMAN ARSLAN”
Sonraki İçerikALİ ŞERİATİ ÜZERİNE NOTLAR!