KOĞUŞ KALK!

1

Her şey bıraktığım gibi. Hiç gitmemişim, hep buralardaymışım da uzun bir uykuya yatmışım gibi. Duvarda 2000 yılını gösteren takvim ve üzerinde “Mataramda Tuzlu Su” şiiri. Uzun bir yılı bitirme gayretindeyken. okuduğum dizeler geliyor aklıma. “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.” Bitmeyen yollara çıkarken ve ayrılırken evimden, hep bu şiir yanımdaydı. “Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum” derken şair, ben de diyorum; sıyrılıyorum üzerimdeki eğretilikten.

Sokaklar yine sessiz, ıssız. Kimseler yok etrafta. Ne yapabilirim diye düşünebileceğim bir yalnızlık var her yanda. Evden çıkıp okula gitmek, okulda vakti bir su gibi harcamak ve cennetim dediğim evime varmak. Hiçbir değişiklik yok yaşantımda. Aynı renk, aynı rüzgâr, aynı yağmur. Evet yağmur. Hâlâ yağmurlar bırakmamış yakasını buraların. Durmadan, ağır ağır yağan bir yağmur var. Herkes alışmış bu ıslaklığa. Güneşin doğması ancak şaşırtıyor insanları.

Hayallerimin üzerini bir bir karalıyorum. Oysa üzerimdeki yeşil giysilerden sıyrılınca farklı olacaktı her şey. Sabah uyanmak, okula gitmek, dostlarla muhabbet ve yoğun okumalarım olacaktı. Hepsi bir hayalmiş, vakitsiz esen bir rüzgâr, aklımı karıştıran yalancı müjde, gözümü boyayan rüyaymış.

Lüks otobüsün yumuşak koltuğunda sabaha karşı şehre indiğimde, içimde umut adına hiçbir ışık yoktu. Yıllarca ertelediğim, sanki hiç gelmeyecek sandığım gün gelmişti ve ben şehri adımlamaya başlamıştım bile. İlk olarak beni umutlandıran tek teselli, adımladığım şehrin başkent oluşuydu.

Elimde çantam, kapıdan girişim, her köşeye acemi bakışlar atışım, benimle aynı talihi paylaşanlarla tanışmam sanki kısa bir hikâyeydi. Mekâna alışmak, sıcak dostluklara zemin hazırlamak, sabah erken kalkmak ve dışarısını unutmak kolay olmasa da emre itaat kıvamında yaşanmıştı her şey.

Hep rüzgâr vardı ve yakama yapışmıştı sabah yeli. Alışmak zordu ama daha da zoru, yaşamaktı. Ezilmek, sıradan olmak, önemsenmemek bükse de belimi, “keşke” dememeye gayret göstermiştim uzun süre. Bitmek bilmeyen günlerin sonunda, ulaşılan hafta sonlarını şiir tadında yaşamanın keyfi; acıyı, üzüntüyü, ayrılığı silip atmaya yetmişti. Sakarya Çayevi’nin çayı, Hüseyin Su abinin içime yaydığı silinmez hece taşları, Atlılar’ın aykırı durusu, şehrin kalabalığı; her şeyi unutturmaya yetmişti. Dostlarla birlikteyken, kulağımda ve beynimde çınlayan “koğuş halk” çığlığını bir an da olsa unutmuştum. Şiir, dergiler ve dostluklar adına yarına dâir notlar düşmüştüm defterime. Ve bu geçici mutluluğuma her zaman olduğu gibi Kızılay-Ulus arasını koşar adımlarla adımlayarak son noktayı koymuştum. Zaten içerde her şey aynıydı.

Yaprakların hazin sonunu müjdeleyerek sonbahar da geçmişti. Botlarımın altında ezilen yaprakların sesi, kulağıma tanıdık gelse de yabancıydı buralar bana. Yaz keyfinde geçen hazanın ardından kış dayanmıştı kapıya. Soğuktu, sisti, ıslaktı; Ankara’ydı. Yağmurla ıslanan saçlarım, az sonra doğan güneşle kurusa da soğuktu her yan.

Bayramlar geçmişti, şiirler yarım kalmıştı ama mektuplar bırakmamıştı peşimi. Bir çift söze olan hasretimi sayfa sayfa mektuplarla giderirken, ağır ağır mektuplarla haberler yollamıştım uzaklara umutlarımı. İyi ki mektup vardı ve yazmak en soylu erdemdi buralarda. Buradaki günlerimi unutmak mümkün değil. Koğuş kalk diye çınlayan bir sesle ranzadan doğrulmak, her gün traş olmak, kurulmuş saat misali yaşamak, kaçamak muhabbetler yapmak kaldı geriye.

Hafta sonunun bir aralığında, Ankara Kalesine çıkmak, elimdeki dergiden Hüseyin Atlansoy’un “Süleyman” şiiriyle Filistin düşleri kurmak, içimi buran gecekondulara bakmak ve şehri ezberlemeye çalışmak gibi kristal anlarım oldu, Saat saat harcadığım günlerin bitmesi ne kadar zor görünse de geçmişti günler.

Bir bayram sabahı, acemi bakışlarla girdiğim kapıdan usta adımlarla ayrılırken ardıma bakmaya korkarak süzülmüştüm dışarı. Otobüsü beklemek, içime sığmayan bir heyecanla koltuğa kurulmak, yolları bir su gibi bitirmek sanki bir anda olmuştu. Akşama doğru indiğim ve uzun süre ayrı kaldığım bu yemyeşil mekân, sanki benden bir parçaydı. Uzan zaman geçse de şehrin her köşesi hâlâ yeşil, hâlâ sıcaktı. Eve girdiğimde üzerimdeki yabancılıktan kurtulma çabasıyla önce ağırlıklarımdan, sonra da ayrı geçen günlerden sıyrılma telaşındaydım. Yıllarca yaşadığım tavırlarıma yabancılığım beni ürkütse de, kolay olmuştu dengeyi yakalayışım. Tekrar evdeydim ve yine kitap-dergi arasındaydım.

Yürüyüşümdeki farklılığı üzerimden atmak için şehrin tek caddesini gün aşın tüketmiş; hiç girmediğim, yabancısı olduğum sokakları bile emin adımlarla geçmiştim. Şehrin kalesine çıkıp şehri adım adım seyretmek, durmadan esen rüzgâra kendimi kaptırmak ve “hey onbeşli onbeşli Tokat yollan taşlı” diye başlayan türküleri mırıldanmam hep uzak gelen hayallerdi. Ama hayat gerçekti ve çark dönmeye devam ediyordu.

Şimdi terk ettiğim tüm sıradanlıkları bir bir omuzluyorum. Yaşadığım her yer şiir tadında esenlikler sunuyor bana. Osmanlı Çayevi’nde Hüseyin Atlansoy’la sıcak bir çayı yudumlamak ve şiirimizin hallerini konuşmak. Turan Karataş’la dergiler arasında gidip gelmek bu şehri daha anlamlı kılıyor benim için.

Hayatımın önemli kesitini yaşadım ve unutulmayacak anılar bıraktım ardımda. Hoş mekânlarda, ara sıra hatırlanacak, anlatıldıkça büyüyecek geçmiş günleri bir şiire sığdırma uğraşındayım. Eski dostlar, benim yaşadığım geçmiş günlerin telaşıyla “yaylalar yaylalar” türküsüyle uyanıyorlar. Burada içli bir sazın nağmeleri artık yok, her yanımızı çevreleyen dağlarda yankılanan Göksel bir gitarın ritmini yakalıyorum. Okulun kapısında heybetli ama bir o kadar da uyuşuk köpek hâlâ duruyor. Dinmek bilmez kavak yelleri, çiçeğe durmuş dağ, tepe, uzaklardan kulağıma çalınan kuzuların sesi ve diline takılan ezgin şiir nağmeleri.

Hayat devam ediyor her şeye rağmen ve ancak şiirlerle dualar ayakta tutuyor beni.

Önceki İçerikKEŞKE
Sonraki İçerikPARÇALANMIŞ AYAK SESLERİ