YANGINA DÖNEN YANILGI

2

Bu yenilgiyi ilk yaşayışım değil, ilk değil yanlış kapıdan girişim odalara. Pulu olmayan mektuplar var elimde. Göndereceğim yer çok ama gelecek cevaplara cesaretim yok. Unutmaya çalışmak bazı anıları ne kadar hoş olsa da, uykudan uyanmak, dipsiz bir kuyu. Attığım taşlarla doldurduğum kuyu, gün gelir belki de içine alır beni.

Beni ancak bir çocuğu severken anlarsın, bir şiiri okurken ya da şehre giderken kıvrımlı yollardan. Söylediğim sözler yabancısı buraların. Havada asılı duruyor kelimelerim. Önümüzde, arkamızda, her yerimizde kocaman dağlar. Gün gelir de bu dağlar kalkarsa aradan, o zaman anlarsın beni.

Dağlardan iniyor sular. Kar kokusu, buz gibi gövdeye düşen acı, toprak rengi. Bahardayız. Yeşil bir örtü kaplayınca her yeri; ekmeğini, suyunu sevdiğin bu yerlerin yaylalarına da kaptırırsın gönlünü. Çiğdem, papatya, küçücük kuşlar düşer içine.

“Bu yaylalar, dağlar benden sorulur.” deyişindeki ferahlığı, tan yeri ağarırken esen bahar rüzgârları doğrulasa da, nisan yağmurları düşünce içimize, çoğalınca başındaki ağrılar, ne demeli sana? Sen neresindensin bu coğrafyanın?

Bebeklerde bir koku var. Hiçbir yerde bulunmayan, nefesimi açan bir koku. Cennet kokusu olsa gerek diyorum. Omzumdaki çocuk, serin bir gülücük konduruyor yanağıma. Sanki serin yağmur yağıyor her yere.

İlk adımını attığında Rümeysa; dünya küçülüyor, dolaşmak istiyor her yeri. Bahar, dağları bırakıp süzüldükçe yanımıza; adımlarda çimen kokusu, dağ rüzgârı, sürülerden gelen çıngırak sesleri.

Büyük şehirlerin hikayelerini anlatmak, di’li geçmiş mekanlarda dolaşmak, büyütüyor gövdemizi. Sözler sürdükçe, ayaklarımız kesiliyor yerden, arda arda geliyor ışıklı caddeler, Kızılay, Tunalı Hilmi, Ulus… Bir semaver çayının sıcaklığında sürerken gece, kesilen elektrikle karanlığa boğuluyor cümleler. Hüzün en çok karanlıkta bırakmıyor yakamızı.

“Bu hüzün şiirlerini sen yazmış olamazsın.” cümlesinin öğelerini buluyoruz. Cevap: “ Yangınlar çoğalırken içimde / çengiler dans eder etrafımda.”

Bu yanılgıyı ilk yaşayışım değil. Uzak kaldığım her köşe bucak; her gün biraz daha kaçıyor benden. Uzaklığımı öfkemle avutsam da zamanın farkında değilim. Şafak sayan Levent’in dağlarda yankılanan içli sazını bekliyorum. Yanlış sözler söyledim, dağlara baktıkça titredi içim. Kendimi temize çekmeye çalışıyorum. Dün söylediğim sözler, bugün bir duvar gibi çarpıyor yüzüme. Yarına emin adımlar atmak için; öfkesi dinmiş sözlerin peşindeyim.

Uzak bir dağın ardını gösteriyorlar; “orası” diyorlar. Dağları aşmak zor. Ahmet Haşim gibi “O Belde” ardına düşemedim. Engeller çıktı önüme. Nihat Genç’in “Arkası Karanlık Ağaçlar”ını okudukça, ormanların ardını biraz daha merak ettim. Derinliğine daldıkça ormanların, uzaktan gelen balta sesleri, yaprak hışırtıları üzerimdeki bulutları dağıtmaya yetmedi.

Pencereden baktığımda görünen küçük tepeyi gizemli bir mekan gibi seyrediyorum. Sanki az sonra tepenin ardından atlılar görünecek ve bütün hesapları alt üst edecek diye bekliyorum. Savunmasız olmak demek ne demek nedir bilmediğimden, teslim olmaktan başka bir yol bulamıyorum. Gördüğüm bu son rüyayı da yorumlatamadım, yorgunluğuna yenildim gözlerimin.

Rüya görmeyeli kaç yıl oldu, bilmiyorum. Gerçekle rüya arasındaki çizgiyi koyultuyorum.

Tahta bir köprüden karşıya geçmeye cesaretim yok.

Önceki İçerikTOPRAK RENGİ HAYAT
Sonraki İçerikBAHARI BEKLEYEN AĞAÇ