BAHARI BEKLEYEN AĞAÇ

1

Her sabah aynı yoldan geçmeme rağmen bu ağacı ilk kez görüyorum. İri gövdesinin orta yerinden derin bir oyuk açılmış, ağaç yine de her haliyle mâmur. Gelen kışa rağmen yapraklarını bırakmak istemeyen bir dirençle, soğuğa meydan okuyan bir hali var. Bu cılız rüzgar birazdan yerini amansız bir fırtınaya bırakabilir. Kim bilir belki de yağmur yağar.

Bugün öğrencilerle sessiz sinema oynuyoruz. Filmi anlatmak için girdikleri haller, bütün yaramazlıklarını unutturuyor. Sınıfın en zeki öğrencisi, görevini en iyi şekilde yerine getirebilmek gayretiyle yerlerde yuvarlanıyor, belini kambur ediyor, saçını başını dağıtıyor, sonunda filmi anlatmayı başarıyor.

Çocuklara soruyorum ağacı. “Hani şu ihtiyar, içi oyuk ağaç” diyorum. Hiçbiri hatırlamıyor, birbirlerine soruyorlar, sonuçta ağaç yine yalnız kalıyor. Herhalde fark edilememenin üzüntüsüyle son yapraklarını da dökmüştür diye düşünüyorum.  

Sınıfta yan yana oturdukları halde birbirine sırtını dönmüş çocukların küstüklerini öğreniyorum. İkisini sınıfın huzurunda barıştırmanın mutluluğunu bütün sınıf paylaşıyor.

Ben de çok küserdim çocukken ama bir zaman sonra unuturdum herşeyi. Şimdi de can çıkar huy çıkmaz sözünü doğrularcasına, anlaşamadığım kişilerle küs gibi yaşıyorum. Dil ucundan bir selama “eyvallah” çekiyorum.

Çocukları barıştırırken kafamdan geçen bu düşünceleri teneffüs zili bozuyor. Öğretmenler odasında arkadaşlara da gördüğüm ağacı soruyorum. “Hani şu ihtiyar, içi oyuk ağaç” diyorum. Yine hatırlamıyor hiç kimse. Ağaç şimdi bütün yapraklarından arınıp çırçıplak kalmıştır diye düşünüyorum.

Bir büyük çöldeyim, hiçbir şey görünmüyor. Ürpertiyle ilerlerken ilerde bir karaltı görmek artırıyor heyecanımı. Yaklaşıyorum, yaklaşıyorum, okula giderken gördüğüm ağaç; ama yemyeşil yaprakları var. “Hadi okula geç kalacaksın” sesiyle uyanıyorum uykudan. Okula giderken bakıyorum, ağaçta hiç yaprak kalmamış.

Biraz daha sessizlik… Kesilen sesle birlikte başımdaki ağrı da yavaşça terk ediyor bedenimi. Sessizliğin ne kadar büyük bir sığınak olduğunu anlıyorum. Gözlerim açık ama aklımdan film şeritleri geçiyor. Bu arada çocuklardan biri okuma parçasına devam ediyor.

Önce İbrahim’i görüyorum, hemen ardında Devrim (nam-ı diğer Sungur -Tarık Ziya ) ve Ufuk. Bu üçlünün birbirini tanımadığını biliyorum ama üçü de beni tanıyor ve hayatımın en önemli köşe başlarında duruyorlar. İbrahim, elinde Adapazarı fotoğraflarıyla geliyor yanıma. Fotoğraflar kırık dökük, İbrahim mahzun. Yıkılan şehirle birlikte yüreği ezik İbrahim’i teselli dahi edemiyorum. Yıkılan şehrin altında kalan deli dolu yıllarımız benim de içimi buruyor.

Sonra Devrim geliyor. Onu ilk tanıdığımda Devrim’ di ve her an bir ihtilal için hazırdı. Bir ara nurdan damlalarla arınma telaşına bürünüp Sungur oluverdi. Sonunda içindeki Ötüken sevdasına kulak verip Tarık Ziya adına ve kimliğine büründü. Üç ayrı kimlik arasında gidip gelen dostumun herşeye rağmen hayata karşı direnişini hatırlıyorum. Onun dilinde de Sivas’taki İstasyon Caddesinin gecelerinden kalma eylem türküleri var. “Tarık Ziya’ dan Devrim’ e doğru kayıyorum, tut beni” diyor. “Ya beni” diyorum, “ya beni kim tutacak.”

Ve Ufuk, elinde kitaplarla geliyor. Tokat’ta bulunması zor, bir yığın kitap. “Dostum” diyor, “bunları çok ucuza aldım, hayattan bile ucuz.” Elimdeki çantayı gösteriyorum; “ ben de hayat bile parasız.” Sözümü bitirdiğimde üçü de ardını dönüp gidiyor, tam bu sırada bir öğrenci, “öğretmenim, teneffüse çıkmayacak mıyız?” diyor. Yalnızlığımdan sıyrılıp  sınıftan çıkıyorum.

Akşam televizyonun TRT 2’sinde Attila İlhan “yalnızlık ve sessizlik her şair ve yazarın en mâkus talihidir” diyor. “Ola ki sanatçı bunları lehine çevirir, işte o zaman ‘bir ağaç gibi tek ve hür’ olur diye ekliyor. Hemen aklımdan önce yalnız ağaç geçiyor, sonra da dostlarımın gidişinin ardından bana kalan yalnızlık.

Üç dostumun dördüncüsü olma yolundaki Levent, “Erciyes gibi yüreğim var” diyor. “Yalnız ve sessiz.” Benim de diyorum, benim de.

Mevsimlerin geçişi hızlanıyor ve bahar çalıyor kapımızı. Sabırla beklediğim baharı,  temiz havayı içime hapsederek selamlıyorum. Dışarı çıkıyorum, ağacım hâlâ ayakta. Bir bahar daha görecekmiş demek ki. Bakıyorum, üstünde tomurcuklar, sanki son nefesini verircesine  sayılı  çiçek  depoları. Sevincim ikiye katlanıyor. Neşeyle bitiriyorum dersleri. İki-üç gün daha bekliyorum, tomurcuklar ha patladı ha patlayacak.

Ve nihayet çiçeğe duruyor sayılı tomurcuklar. Mor çiçekler uzun dalların ucundan beliriyor. Yine sabırla bekliyorum ve sabırla büyütüyorum çiçekleri.

Gün geliyor, ağaç çiçeklerini terk etmeden ben nazikçe alıyorum çiçekleri. Kokuları bütün benliğimi kuşatıyor. Heyecan ve neşe içinde eve ulaşıyorum. Açılan kapıya doğru uzatıyorum çiçekleri. Duyduğum ses yeşertiyor ağacı: “Erguvan, en sevdiğim çiçek, teşekkürler.”

Önceki İçerikYANGINA DÖNEN YANILGI
Sonraki İçerik“BAKMA BANA ÖYLE BİR BAKIŞTA TANIYAMAZSIN BENİ”