“BAKMA BANA ÖYLE BİR BAKIŞTA TANIYAMAZSIN BENİ”

4

Tanımsız bir yerde, ilk günkü gibi aldırmadan savuran rüzgâra, öylesine kaybolmak en iyisi. “Bu benim” diye sahiplenebileceğim hiç bir şey olmasın üstümde. Öylesine geçiştirebileceğim meziyetlerimi de bir bir asmalıyım duvara. Sis inerken buralara, bir boşlukta bekleyen insanların arasında nereye gideceğini daha kestirememiş meçhul olmanın küskünlüğünü henüz bırakmadım üzerimden.

Yıllar sonra bir gün, en yakınındakine bile yabancı gelecek bir duruşla yola devam ederken, ayağa takılan çakıl taşlarını büyük kaya parçaları zannetmenin şaşkınlığıyla eğreti kalacağım hayata karşı. Tanımsızlık, en ağrıyan yanım olacak, kimliksiz kalacağım birazda.

Şehre hakim bir hastane odasında, emre itaat edercesine eğilmeden, esas duruşta; önce içime, daha sonra da dışıma doğru yayılan müzmin ağrıdan sıyrılmanın rütbesiz sancısını çekeceğim. Her yeni mekânda biraz daha süzüldüğümü, bedenimin daraldığını söyleyenlerin ne kadar haklı olduklarını anladığımda, ruhumun da ağır ağır daraldığına şahit oluşum ikilem dünyasında, hep arada kalmaya meyletmeme sebep olacak ve iki arada bir derede bulunan karanlık günlerimin aydınlanacağı günleri beklemek tesellim olacak. Zaten beklemek, bizim en makûs talihimizdi.

Vurdumduymaz olmayı denedim çoğu zaman. İnsanlara, kuşlara, kelebeklere yağan yağmura ve hatta kendime karşı bile vurdumduymaz olmayı denedim, belki denemedim oynadım. Elime tutuşturulan bir metni zoraki oynadım sanki. Bir çiçeğin kırılmasına, bir karıncanın suya kapılıp gitmesine öylece baktım. Bir ameliyat öncesi uyuşturulmuş gibi boş gözlerle baktım her yere. Bir çocuğun vurulması, bir şehre gece yarısı bombalar yağdırılması, anaların gözyaşları hiç dokunmadı bana. Bir zaman sonra baktım ki, çevremdeki her canlı da benim gibi vurdumduymazmış. Sabah kalkıp işe gitmek, akşam eve dönmek, yemek, içmek ve yatmak dışında beyni zorlayacak her türlü fiiliyattan uzak yaşayan bir yığın olduğumuzu gördüğümde karanlık çöküverdi birden her yana. Herkes gemisini kurtaran kaptan olma yolunda uğraş verirken, denizde yitip gidenlere bakan kimsenin olmaması, bir çağ yangınının içinde olduğumuzu gizlemenin imkânsız olduğunu haykırıyordu.

Ve mangalda kül bırakmıyorduk hiç birimiz. Bazıları ekranlarda, bazıları kurulduğu köşelerinde, bazıları da meydanlarda harmanı yele verirken, olan yine oluyor ve öfkesine yenilmiş bir zorbanın fantezilerini tatmin etmeye çalışan az gelişmiş kişiler, köşelerinden sessizce çıkıyordu ve çark ağır ağır dönmeye devam ediyordu.

Bir değişimin içinde deveran edip durduk. Önce dışımız değişti, eğreti bakışlar takındık yüzümüze. Sonra gün geldi ve içimize de bir maske taktık. Güzel adlandırmalar bulduk, sehl-i münteni olduk birazda. Nabza göre şerbet dedik, her bahçeye uyan bir çiçeğiz dedik. Nede olsa çağımız hız çağıydı ve bu hızın başımızı döndürdüğünü fark edemedik bile. Bizler biraz yaban biraz da küskün yaşadık ve en ağrıyan yanlarımızı yoksulluğumuza terk ettik.

Sular çekildi, gökyüzü karanlık, rüzgâr esmiyor. Her şey altüst olmuş. Dünya sarsılıyor. Çiçeği ve çiçeğin suyunu soluyorum. Ruhumun çevresi tamamen değişiyor. Üzerimdeki gözler iki erdem feneri, karanlığımı aydınlatan deniz feneri.

Ey ışık, iliklerime kadar işliyorsun. Güneş ışığı yoruyor beni. Değiştim artık. Birçok kez kayboldum. Önceleri usulca, sonra çılgınca kayboldum ve her şeyi unuttum. Değiştim yeni baştan. Bakma bana öyle, bir bakışta tanıyamazsın beni.

Önceki İçerikBAHARI BEKLEYEN AĞAÇ
Sonraki İçerikDEĞİŞMEK BAŞKA BAHARA