EĞRETİ HENGÂME

2

“Benden sonrasını bilmiyorum” dedi Vehbi ve ardına bakmadan gitti. Mevsim kıştı, “Ankara” diye başlayan ve yarım kalan şarkıları, hep çocuksu yanına yaslandığı son günleri vardı. Belli ki, bu gidiş hayra alamet olacak.

Yalnızdı ve en çok da yalnız olmak yakışıyordu insana buralarda. Gündüz, yağan yağmuru seyretti ama dışarı çıkıp da adam akıllı dolaşamadı yağmurda. Her şey bir pencereden ibaretti ve bu yağmur ancak cam arkasından değiyordu bedenine. Kapının dışındaki dilenciye özenenleri gördükçe, diline yenilgi ağıtları düştü ister istemez. Her şey bir rastlantının devamı olduğundan; “bu sabah yağmur var İstanbul’da” çalıyordu radyoda ve bu kör eden karanlık uzaktı İstanbul’a. Bir şehrin hayalini kurarak geçirdiği uzun ve bitmek bilmez zamanın ardında; beklemek, özlemek ve yarına ertelenen umutlar vardı. Bu şehrin caddelerini, sokaklarını ve belki de havasını sevemediğinden; “buradan sonra başlayacak hayat” demişti. “Buradan sonra yeşerecek ağaçlar ve çiçekler buradan sonra açacak.”

Yazın yakan ve terleten sıcaklığında bir ağaç altında okunan kaçamak mektuplar ve şiirler, sonbaharın hüzün dağıtan havasında uçuşan yapraklarla birlikte aklından geçen geçmiş zaman düşleri, kışın yağmurun ve karın ağır ağır ölümü hatırlatan yağışlarıyla birlikte gelen sıcak dostluklar ve geç gelen baharla birlikte yine ve yeniden yeşeren ümitler de olmasa çekilmezdi bu eğreti hengâme ama yaşanan her mevsim biraz da aşk olmuştu bahtına yazılan. Aşk da olmasaydı sol yanının payandası, geçmezdi bu günler ama aşk vardı ve adına yakışır duruluktaydı hâlâ.

Bu yüreğe zamansız yağmurlar yağdı, beklenmedik yönlere çevrildi yolu. Hep hüznünü açığa veren bir yanı vardı ve hiç sevemedi bu yönünü. Telefonun diğer ucundan gelen kırık bir ses, geçmek bilmeyen zaman ve ansızın bastıran müzmin diş ağrıları hep hüzün verdi sûretine. “Keşke” dedi, “ben de yangınlar olurken içimde, sarsılırken depremlerle, gül açtırabilseydim yüzüme.” Bir çiçeğin açması, bir çocuğun gülmesi, yağmurun en çok beklendiği zaman yağması ve bulutların dağılması mutlu etseydi kendini, daha güzel olurdu her şey.   Bu olmadı hiç. Yürüyüşünün bile hüzne yatkın bir yönü vardı, çok uzaklardan görülen, üzerine yakışmayan, adını yadırgadığı bir duruştu üzerindeki. Zaten hüznün saklanmayan tanıdık bir rengi vardı ve ele veriyordu kendini.

Vaktinden önce saçlarına düşen aklar, babasından kalma ırsîlikten değil, omzuna yüklenen zamansız sorgulamaların asrîliğindendi. Bu haliyle, suskun bir bilge ya da bir derviş olabilirdi. Çıktığı tüm yokuşları ters yüz edip, içine yürüyen bir yolcu olmayı istedi. Bütün umutlarını günün birinde çıkacağı yolculuğa bağladığı için, yoldan geçen her şehirlerarası otobüs, biraz daha artırdı kederini. Yazgısı yoldaydı ve yollar bitmek bilmiyordu.

Bütün fotoğraflarda, hüzünlü duruşları kendine ayırdı ve gülemedi hiçbir zaman. Güldüğü anlarda da dostları vardı yanında, “beni böyle hatırlayın” dedi, “fotoğraflar yalan söyler.”

Gittiğinde kar başladı şehirde. Ağır ve iliklere işleyen soğuk; önce gözlere daha sonra üşüyen vücuda süzülen kar taneleri ve hüzün bıraktı ardında. Bu şehir ve hayat artık onsuz devam edecek, bu koğuş onun hüznünü unutacak, yeni yaralı gönülleri barındıracak içinde. Giderken yanında götürmediği ve bir türlü söylemediği şarkıları kalacak ardındakilere. İlhan İrem’in yanına, dostunu kırmamak için Müslüm Gürses’i de koyacak. “Ateş yanar su donar benim yerimde olsa” diye başlayan şarkılarla hatırlayacak geçen günleri.

Buralar soğuk şimdi. Kış geç gelse de Ankara’ya, soğuk ağır ağır işliyor vücuda. Beton duvarlar, adını bilmediğimiz caddeler, şehrin bizi barındıran köşeleri; geçse de zaman ve unutulsa da kışla günleri, unutmayız sizleri. Sokaklarında yoksa da adımız, tanımıyorsa da kalabalıklar bizleri, biz geldik ve adımızı kaydettik deftere. Bekleyin artık bizi; “Vatan borcu biter bitmez ordayız.”

Önceki İçerikDEĞİŞMEK BAŞKA BAHARA
Sonraki İçerikESMERLİĞİME BAKMA