GÖVDEM ÇİÇEK MEZARLIĞI

1

Fabrikada mevsimlik işçi olarak çalışıyordu ve bir milyarı aşan maaşı, hatırı sayılır bir arabası vardı. Koyu çay sohbetlerinin tam ortasında, maaşından ve zevk içindeki yaşantısından bir anlık sıyrılıp; hararetle devam eden sohbetin tam ortasına, içindeki acıma duygusunu yüzüne yansıtarak ve en masum haliyle o tarihi soruyu soruyor; “anlattıklarınızı dinliyorum da, bir şey soracağım? Hangisi bizdendi, Filistin mi, İsrail mi?”

Uzak bir yangındayız, göz gözü görmüyor.

Uykularımızdan, hesapsız rüyalar geçiyor.

Ellerini bırakmamalıyım,

Kalabalık çoğalıyor her gün,

Uzak bir düş kuruyorum,

Gövdem çiçek mezarlığı.

Dar sokaklardan her geçişimde, sanki bütün gözler üzerimdeymiş gibi geliyor. Ya da arkamdan bakıp bir şeyler söylüyorlarmış gibi hissediyorum. Bu, uzun zamandır böyle. Üstüme çeki düzen vermem ya da bakışlarımı yerde tutmam da yetmiyor. Ağır bir ter basıyor yüzümü. Bir çocuk koşar adım yanımdan geçerken, taşa takılıp düşüyor. Hemen kaldırıyorum çocuğu. Acaba diyorum, yanında, düştüğünde yerden kaldıracak birileri olmayan çocukları kim kaldırır ayağa? Birden, yanımda bir ses çınlıyor; “bu Afrikalı çocuklar, neden böyle zayıflar, yemek yemezler mi hiç yoksa yemek mi seçiyorlarmış?”

Bir yudum suyun değeri nedir çölde?

Bir çocuk, ne zaman gülmeyi öğrenir,

Bir çocuğun ne zaman doyar gözleri?

Babam her zaman doğru sözden ve dürüstlükten bahseder bizlere. “Ben” der, “haram lokma geçirmedim boğazınızdan, hep böyle olun e mi?” Akşam olmaya başlayınca, daha çok seviyorum şehri. Sesler azalınca, sanki günahtan da arınıyor şehir. O kadar ağırlığı bu şehir nasıl taşıyor diye düşünüyorum. Hep küçük bir şehir olarak kalsaydı buralar, adı pek bilinmeseydi ve biz adımımızı daha sağlam atsaydık sokaklarında. Bir şehri sahiplenmek zevkine varsaydık her daim. Yaşadığımız şehri kendimize benzetemedik, biz şehre benzedik biraz da. Kapitalist bir hırka var sırtımızda. Biz istemesek de sırtımızdaki ağırlığını hissettiren bir hırka. Şehir alışmış buna. Biz alışamadığımızdan, ayaklarımız dolanıyor yürürken. Mevsimlik işçi, geliyor ve soruyor sorusunu; “Fatihlerin İtalya’dan kaç para almış, duydunuz mu?” ( Mevsimlik işçi, Fatih Terim’in adının, “Fatihlerin” olduğunu sanıyormuş yıllarca.       -Kapitalist bunama-)

Babamın büyüdüğü zamandaki şehirlere benzemiyor buralar. Belki adı, sokakları aynı ama, bir yok oluşa doğru sürükleniyor şehir. Kendimizi sağlam tutup, kitab’a dönmeye çalışıyoruz yüzümüzü ama ayak oyunlarına geliyoruz. Babam, çocukken yaptığım kaçamakları unutturmaya çalışırdı. Kapıyı kapasa penceren kaçardım dışarı. Şimdi hep dışarıdayım ve içeri girecek kapım yok.  Babamdan kalma bir palto var sırtımda, başımda derin fabrika dumanı.

Babam bir devdi, ben çocuk

Babam, üstümde bulut

Gölgesi değdi üstüme

Babam yanımdayken ben hâlâ çocuk

Tavrını ortaya koyman iyi. İnsanlar bilmeli senin rüzgârın nereden esiyor. Bakışınla ve öfkenle duyurmalısın sesini. Tam kalbinden tanımalısın “sen” olanı. Irmağın karşısı da bizim, dedemden kalma. Rahat olmalısın yani. /Böyle iyi./ Kendine en uygun mekanı bulmalısın. Yoksa yanlış yönden eser rüzgâr. Caddeni kendin bulmalısın, sokağını kendin seçmelisin. Ortadoğu kalbim. /Buyurun./

Önce bir mekan bulmalısın kendine.

Yunus Emre sitesinde oturmalısın mesela,

Orası olmazsa, Mevlana sitesinin en görkemli evini seçmelisin.

Önemli olan, gönlün rahat olsun.

Bir bakarsın, Şeyh Galib geçer caddeden.

“yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü

dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâre düştü”

Elimdeki gülün boynu bükük. Sulamak da kâr etmiyor. Yalnız, kokusu duruyor öylece. Kadife gül. Yumuşak gül. “Gülün tam ortasında ağlıyorum” diyen Cemal Süreya’yı en çok bu şiirini okuduğumda seviyorum. Gülü kalbimin hizasında tutuyorum. Esenlikler sunmak ve sesimi yükseltmek istiyorum. “elimdeki gülü kaldırıp mezarlıkta / sağlığınıza dedim / hepinizin sağlığına.” Elimdeki gülün boynu hâlâ bükük. Aynı ses yanı başımda boşluktan gelen bir sesle konuşuyor; “Gül reçeli zihni açıyormuş, değil mi?”

Bir arabaya dolup, ülkeleri aşmayı hayal ediyoruz. Ortadoğu’yu bir baştan bir başa dolaşma üzerine gerçekleşmeyecek planlar yapıyoruz. Çöl sıcağına aldırmadan, yollar kat etmeyi düşünüyoruz. Bir tarihi, canlı bir tarihi yıkılmadan ve harabeye dönmeden, görme özlemindeyiz. Gözümüzü kapatıyoruz, bir kervansaraydayız, taş duvarlar arasında serinliyoruz. Suyun kıymetini daha bir fazla bilerek, tadını çıkararak yudumluyoruz suyumuzu. Geceleri kalbimizle ısıtıyoruz içimizi. Güneş doğarken, tekrar düşüyoruz yollara. Her yeni durak, yeni bir kapı açıyor kalbimizde. Gözlerimiz kapalı, hayaller kurarken, yine aynı ses bölüyor yolculuğumuzu; “bu insanların evlerindeki klimalar çok kalitelidir, değil mi? Çok sıcak oluyormuş Ortadoğu…”

Son olacak diyorum, kendi adıma son olacak. Şehre bir hava katmak adına, planlar yapmayacağım. Bir mekan açmak, sohbetler etmek ve sıcak çayı yudumlamak üzerine konuşmayacağım. Bugün yaptığımız planlar, yarın altüst oluyor. Kapitalist bir işkencedeyiz. Yeşilırmak bile eski coşkusuyla akmıyor artık.

Şehrin üstüne düşmüyor gölgem

Dağlar, dolanıp duruyor başımda

Eski bir yalnızlık başımda.

O kadar hızlı işliyor ki zaman, çocuklar bile birden büyüyor. Boylarından büyük laf etmeyi seviyorlar. Çok yakışıyor bu çocuklara. Ölen çocukları görüp; “onlar cennete gidecekler, değil mi?” diyorlar yaşlarına aldırmadan, üzülerek. Zaman hızla ilerlese de, mevsimlik işçi, aldığı zamlardan hoşnut olmadığından yakınıp, yine soruyor, üzgün; “sahi, hangisi bizdendi, Filistin mi, İsrail mi?”

Gövdem çiçek mezarlığı.

Her gün yeni çiçekler ekleniyor üstüne.

Önceki İçerikGÖLGELİ AYNA
Sonraki İçerikİSMİN HALLERİ