İSMİN HALLERİ

4

Onu ilk gördüğümde, kıştı, soğuktu, kardı. Sivas’a yakışır bir ayaz vardı her yanda. Soğuk önce yüzümüze vurur sonra ağır ağır içimize süzülürdü. Dağların başındaki duman gitmek için baharı beklerdi.

Soğuk bir mekanda anlamsız sözleri uçururduk. Çıkmaz sokaklarda dolaşır, yorgunluğumuzu sıcak bir çaya teslim ederdik. İçimize süzülen sıcak çayla beraber, bütün sokaklarımız açılırdı.

Onu ilk gördüğümde, elinde koltuk değnekleri, buzlu yolda yürümek için usta adımları öğrenme çabasındaydı. Adı Devrim” di, bir ihtilal için tetikteydi.

Kuşatılmış durumdaydım. Nefes alamadığım günler çoktu. Kaleye çıkıp şehre bakmak, istasyon caddesini Devrim’le arşınlamak ve Sezai Karakoç’un yanına Bukovski’yi koymak gibi mülteci yanlarım vardı. Bir ihtilal için hiç vaktim yoktu ama Devrim hep yanı başımdaydı. Eksik kalan yanlarımı bir an olsun avutmak için, Devrim vardı ve isyanın en sadık kardeşiydi.  Koltuk değneklerinden kurtulduktan sonra daha bir sağlam bastı yere, daha bir hızlı çarptı kalbi.

Tanrım, bu soğuk durabilir, güneş çıkabilir, belki de yağmur yağar. Hayatın hep en iyi yönlerini ayırıyorum kendime. İçimin en karanlık yerlerinde, gizlice ezberlediğim şiirler var. Gece olunca, telaşlı bir uyandırılmanın ürpertisi kaplıyor her yerimi. Gece çalan her zil, nabzımı hızlandırıyor, soğuk terlerle baş başa bırakıyor beni.

Büyük bir okyanusta, kurtulmuş insanlarla dolu bir yerdeyim. Sezai Karakoç’la Bukovski arasında kalan dostlarım var. Gündüzleri Bukovski okuyup geceleri Karakoç’la günah çıkarıyorlar. “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin” deyip yeise kapılan, “parmaklarımdan süt içmeye çağırıyorum seni” diyerek mutlu olan dostlarım var. Bir köşede de Devrim. “İhtilal için çok geç” diyor “Aşk yok, heyecan yok, rüzgâr yok buralarda.” Yirmi yıllık Devrim’den sıyrılıp Sungur oluyor ister istemez.

Devrim’in yarım bıraktığı ihtilaller kalıyor sokaklarda. Mevlana Meydanında atılan nutuklar, Madımak’ta tüten duman ve İstasyon Caddesinin geceleri… Devrim’den Sungur’a geçişte bir de kırık gönüller kalıyor geriye ve Suphi. Şairler, kitaplar, aşklar değişiyor; soğuk yakasını bırakmıyor Sivas’ın.

Sokaklar hep karanlık. İnce bir acı değiyor içimize. Evlerin ışıkları yanıp sönüyor, bizde hayat gece başlıyor. Devrim’in izleri biraz Barla Lahikasıyla biraz da Sözler’le siliniyor. Eskiye dair yalnızca Ahmet kaya sarkılan kalıyor, eski hayallerin üzerini nurdan damlalar kapatıyor.

Ramazan Dikmen’in acısıyla buruluyor içimiz. Kıyıdaki kalbimizi kurtarmanın çabaları da yitip gidiyor.

Sivas’taki ıssızlığımız gün geçtikçe çoğalıyor. İçimizdeki denizin çığlığına kulak verip Martı’lar uçuruyoruz yüreğimizden. Martı gücünü Said Türkoğlu’nun nefesinden alıyor; konuştukça yükseliyor uçuşumuz. Her yeni sayı, yeni bir aşk oluyor bize. Üzerimizde matbaadan kalma derin kokular var; Sungur’u güldüren, keyiflendiren acı kokular var. Sungur hep uzak duruyor Martı’ ya, hep uzaktan seyrediyor uçuşumuzu.

Yanımdan hızla geçen bir gölge sanki hayat. Sığındığım oda, yangınımı alevleyen bakışlar, hafta sonları Tokat’ta Hüseyin Atlansoy’la yapılan muhabbetler, her pazartesi acı, eziklik ve yılgınlık, üstümden çekilen güneş; gözlerimi kapatan gölge.

İşte böyle. Kaç kez yeni baştan başlamak istedim hayata. Titrek bir mum alevi olan Sungur’ un yaşama telaşına kapıldım bu yüzden. Müsait bir yerde inmek isterken, hep köşe başlarında bırakıldım, ışıklar hep kırmızıydı, yeşili bekledim yıllarca.

Yeşil ışıklar yanınca; İsmet Emre duruşumuzu incitmeden geçiyor yanımızdan. Hüseyin Kaya; “ah, mine’l aşk” derken, Sungur Risalelerin arasında Abdurrahim Karakoç okuyor, ben yine sesini çoğaltıyorum şehrin.

Taşhanda kıtlama çay içmek, taşhanın en kuytu köşesinde kitap evi açmayı hayal etmek ve Ulucami’nin avlusuna sığınmak, şehrin daha da yerlisi yapmıştı bizleri.

Ah hayat, sana geldim yine, kapındayım. Ya al beni, değiştir çizgimi, ya da takat ver dizlerime. Konuşmalıyım, koşmalıyım, koklamalıyım çiçekleri Işık hep var ve yolu bulmak bana kalıyor.

Günler ağır aksak ilerliyor. Sungur’un risale okumaları, önüne yeni yeni çıkmazlar açıyor. “Sıkıldım Sungur olmaktan” deyip, yeni bir kimlik arıyor kendine. Mahzunluğunu beraber yaşıyoruz Sungur’un. Hikâyesini birlikte bitirip, aynı besteyle kaçamaklar yapıyoruz. İklimimizi bulma telaşındayız.

Sonunda Sungur’a dönüp: “Sungur, sen neden burada değilsin?” diyorum, “geliyorum” diyor; Tarık Ziya oluyor birden. Ötüken’in yolları açılıyor, Asena’nın buğulu bakışları ve fethedilmeye hazır yeni umutlar aydınlanıyor. “Yanlış yerdesin” diyorum. “Böyle de güzel” diyor.

Tarık Ziya olduğu günlerde, bir babayı yitirmenin acısı çöküyor omuzlarına. Bir yaprağı düşüyor dalından, bir kuş vuruluyor gözlerinden, bir evin direği devriliyor sessizce. Babanın arkadaşlığı, yârenliği, acılara gerdiği geniş yüreği kalıyor geriye.

Yarım kalan uykular, camilerin serin avluları, gece yarısı İstasyon caddesi sendromları ve bitiveren Sivas. Tank Ziya hayata yeni baştan başlamak için yeni bir sayfa açıyor, yeni bir çizgi çekiyor önüne. Sayfanın adı: Afşin.

Düş kurulabilir ya da bölünebilir uykular. Yağmur beklemek gibi beklemek dostları ya da bir köşede unutulmanın en ağır hikâyesi.

Devrim, Sungur ve Tarık Ziya arasında geçerken günler; en ağır imtihan olan yalnızlık çalıyor kapıyı. Uzaklardan içli ve tanıdık bir ses geliyor; “Tank Ziya’ dan Devrim’e doğru kayıyorum, tut beni.” Işıklar sönüyor, rüzgâr diniyor birden.

Allahım, acılardan daha ağır bir gerçek yok. Az ötede, kokusu bitmeyen bir gül var. Kokusunu her asır biraz daha yenileyen bir gül. Yaklaştıkça hayata ve direndikçe acılara; açılıyor sokaklarım.

Devrim, Sungur ya da Tank Ziya. Hayat devam ediyor ve yüreğine döndükçe açılacak gökyüzün. Gülün kokusunu duy ve çoğalt kendini.

Önceki İçerikGÖVDEM ÇİÇEK MEZARLIĞI
Sonraki İçerikKALPLERİ HİZAYA ÇEKMELİ