Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir – 3

1

“KAPANMAZ YAĞMURUN AÇTIĞI YARALAR ÇOCUKLARDA”[1]

NEVZAT ONMUŞ’A

‘Klasik müzik başlar başlamaz kapatılan radyoların yanında büyüdük.’[2] şeyhim.
Türkülere düşkünlüğümüzün ‘Sebeb Ey’i biraz da budur.

Cibran’ı, girişindeki eski radyoyla, bir zamanlar o radyolardan yayılan ezgileri asri zamanlara taşıyan türkülerle tanıdık ve sevdik.

1980’li yıllardı şeyhim.
Lisedeydik.

İhtilaller, sabahın erken saatlerinde radyo binalarının ele geçirilmesiyle başlardı. İhtilallerin başarısı sanki büyük ölçüde radyo binalarının ele geçirilmesine bağlıydı. Bütün Türkiye için bir tek mikrofon vardı ve onu elinde tutan, memleketin kaderini elinde tuttuğunu hissediyordu.[3]

Pazartesi sabahları evimizin önünden otobüsler dolusu üç numara tıraşlı yasak suretler geçerdi.
Radyo açıktı ve hüzündü ilk kelimesi her türkünün.
Yol boyunca anneler dizilirdi, saniyelik göz göze gelişler için.

‘Hüznünde asi dağların şivesi bozuk dumanını taşıyan’[4], gözleri yollara kilitli anneler…Kapılarda duran; haber, hüküm, mektup, infaz, salıverme, iki çift söz, umut, ay, yıl bekleyen anneler… Ağıtlarını kendi sesiyle söyleyen anneler…

Bir bağlamanın telleri kadar hiçbir şeyin insana geçmişi hatırlatamadığını yıllarla öğrendik.
Cumartesi Anneleri’ni de Cuma Anneleri’ni  de  sevmemizin ‘Sebeb Ey’i biraz da budur.

1980’li yıllardı şeyhim.
Lisedeydik.

“Büyüdük yün tokaçlayan kızlara âşık olduk-Büyüdük su lazım oldu anamızdan utandık- Sana soyunduk Serçeme-Büyüdük genç kızların gözleri de büyüdü- İsyan ile suskunluk öfke ve aşk büyüdü-Yaşlandı çocukların ve yağmurların hüznü-Gurbet büyüdü”[5] Çetin yenilgilerden bize kalan yürekler türkülerle büyüdü.

Hava tam kararmadan elektriklerin açılmadığı, her şeyin loş ve gölgeli olduğu, eşyanın kuytuda kaldığı alaca saatlerdir.  Bölge radyosunda  Türküler Geçidi başlamıştır: ‘İçimde bir kız gezse Erzurum çarşı pazardım’[6]

Tavandan sarkan çıplak ampul ışığının aydınlığında çok daha iyi gizlenebilen, gözlerden saklanabilen bütün sorunlar, derin mutsuzluklar, onmazlıklar, bütün içe kapanışlar, vazgeçişler, pişmanlıklar, yılların tortusunda birikmiş ya da törpülenmiş söylenmeyen birçok şey, aydınlıkta değil de, işte o kuytu saatlerde, o ışığı kıt odalarda  ortaya çıkıverip, kendilerini bir bir  türkülerle ele verirdi.

Bu loş ve gölgeli akşamlarda,  Türk Halk Müziği Dinleyici İstekleri, Türküler Geçidi, Beraber ve Solo Türküler, elimizden tutardı. Muzaffer Sarısözen, Turan Engin, Ali Ekber Çiçek, Atakan Çelik, Yıldıray Çınar, Aliye Akkılıç; Malatyalı Fahri Kayahan, Zaralı Halil Söyler, Elazığlı Enver Demirbağ, Dıyarbakırlı Celal Güzelses, Erzurumlu Mükerrem Kemertaş vazgeçemediğimiz seslerdi.

Erken büyümüş  çocukların,  bazı şeyleri herkesten önce görmesi,  ışıkla değil,  gölgeyle  ilgilidir. Her şeyin bir ışık ve gölge sorunu olduğunu, “aydınlanma anları” için  çıplak ışığa gerek olmadığını düşünmemizin ‘Sebeb Ey’i biraz da budur.

1980’li yıllardı şeyhim.
Lisedeydik.

Herkesin   kendi türküleriyle kendi iç yolculuklarına çıktığı, herkesin hesaplaşmalarını tuttuğu bir kuytu defterin sayfalarını geçmişten gelen eski bir rüzgârın usulca dalgalandırdığı o içedönük akşam saatlerinde büyümeye çalışıyorduk.

Erken gelmiş bir güzün akşamüzerinde,  oğlu tutuklanmış komşu evinin yarısı gölgede kalmış yüzlerinden Eylül’ler geçerdi. Herkesin içindeki sızıyı istemeden ele verdiği dalgın duruşlar türkülerde çoğalırdı.  Bir acı ömürle bilge annenin; koltuğun kenarından sonsuza bırakılmış gibi sarkan  elinde,  boynu bükük duruşunda, arkasındaki pencereden vuran ışıkta bambaşka bir  anlam kazanan yorgun yüzünün görünüşünde; babanın arkası getirilemeyen kopuk cümlelerinin havada asılı kalışında,  ablanın iç çekişinde hep türküler vardı. O sisten  herkesin hayatına yetecek kadar  derin gölgeler kalırdı. Gün perdelerde ağır ağır sönerdi. Koyulaşarak derinleşen ve bir zaman sonra eşyanın dokusuna karışarak görünmez olan izlerde, yalnızca ailenin mutsuz tarihi değil, belki var oluşun kederi gizlenirdi. Bir bilgi olarak değilse bile, bir sezgi, bir duygu, bir sızı olarak gizlenirdi. [1]

Herkes bir lambayla sönerdi çocukluğun evinde.[2]

1980’li yıllardı şeyhim.
Lisedeydik.

Güzel olan ne varsa yasaktı. Duvarlar afişsizdi. ‘İnsanları fişleyenlerdi, duvarların afişlenmesini istemeyenler.’[3] Nazım Hikmet’i, inadına  o yıllarda sevmiştik.

‘Bir resmini kestim dergiden; cüzdanımda taşıyorum sürekli. Yasaksın bize. Tehlikesin. Şiirlerini, kitaplarının kapaklarını gazete kağıtlarıyla kaplayarak sokağa çıkartabiliyoruz. Saklıyoruz seni. O deliler gibi sevdiğin insanından, havadan, topraktan, aç yüreklerden saklıyoruz seni. Hep ağlıyorum nazım amca. Seni düşünüyorum. Hep seni düşünüyorum. Döndüğünü düşünüyorum. Bir kaptan seni çınarlı, kubbeli mavi limana çıkartıyor, koltuğunun altında onurlu hayatının seyir defteri. Müthiş ağlıyorum. (…) Benim de kanıyor mendilim.  (…)

–  Deniz’i astılar mı diye soruyorsun kuşkulu.
– Deniz hiç asılır mı?
Nerde görülmüş mavinin idam edildiği’[4]

O yıllarda, ‘Biz ilk susmayı öğrendik. Türküleri içimizden söyledik ilk. İçimizden karşı çıktık inanmadıklarımıza. Ölümcül bir sessizliği örtündük her gün.  Sözcükleri diri diri yüreğimize gömdük.’[5]

O sisten   hayatımıza yetecek kadar kalan derin gölgeleri Cibran’da bulduk.
Duvarları afişlerle kaplı bir kentti Cibran.

Afiş, duvarın konuşan, yaşayan dilidir. İnsanın özgür soluğudur. Afiş, kalıcı değildir. Günlüktür, haftalıktır. Ve her yeni gün ‘yeni bir şeyler’ söylemek gerekir insanlara. Bir resim alacak paramızın olmadığı zamanlar, odamızın duvarlarını afişlerle bezerdik. Renksiz duvarlar hüzün verir. Ve boşluk duygusu. ‘Hiçbir sözcükten yasak sözcüğü kadar tiksinmiyorum. Duvarlardaki: “Buraya afiş yapıştırmak yasaktır” sözcüklerinden özellikle. Hayır, afiş yapıştırmak serbest olmalı. Her yere afiş yapıştırılmalı. (…) Çocuklar (hiç ziyanı yok) bu afişleri yırtsınlar. Afişlerin altından afişlerin parçaları görünsün. Öylesine bir doku oluştursun ki, bunlar, yolu düşen bir yabancı, burada yaşamı kucaklayan, çevresini gören, yaşayan insanlar var, desin.’[6]

İnsan, bir nehrin dalgınlığıyla süzer Cibran’ın duvarlarındaki barışı.

Necip Fazıl’la Nazım Hikmet; Sezai Karakoç’la Can Yücel; Nuri Pakdil’le Haydar Ergülen; Ali Şeraiti ile Halil Cibran yan yanadır duvarlarda. Ve ne çok sözleri vardır birbirlerine söyleyecek. Murat Dölek’in ahşap çalışmalarında Malatya’nın delileri, Ara Güler’in çektiği yüzlere “Acaba hangimiz?” der gibi bakar.

Cibran’da –Rahatsızlar Evi’nde-, Nevzat Hoca; bulanık sudan duru damlayı damıtan bir masumiyet, siyah buluttan mavi ışığı çözen Fatsalı bir gülüştür. Ahmet Kaya’nın Şafak Türküsü’nde, Cem Karaca’nın Parka’sında çoğalan suskunluğu,  güney’e uzanan bir  İnce Cumali’dir  Palu’da askerken ayın birini en çok da Öküz dergisine kavuşmak için seven uzak bir Nuri Bilge Ceylan fotoğrafıdır afişlerin içinde.

Bir ucu yanmış türküler, inciteceği dalı iyi bilen bir rüzgâr gibi Artvinli İsmail’in bağlamasından dökülür.      ‘Gülümsemelerin ısıttığı o sığınak dostluklar.’[1] nargilelerde  insan bir  duman hevesindedir dünyada der gibi gezinir

1980’li yıllardan 2000’li yıllara taşındık şeyhim. Derin gölgeler içinde büyüdük. Hâlâ, aynı türküleri dinleyip aynı afişlere bakıyoruz Cibranlı bir Samsun akşamında.

Şimdi, ‘eklendiğimiz divanda dibace eksik, ölüm solgun-artık o çürümüş seherde gülü gülle açıklayamayız şeyhim’[2]

‘Acıydı vefanın peşinatı, taksiti kırgınlık, ödedik bitti’[3]
Yeni bin yılın takvimlerine faldaki sıkıntı gibi kaldık.

Artık; zaman; dengeli, aklı başında, dikkati işinde insan istiyor şeyhim! Dalgınlığı, gönül garipliğini, seziş şaşkınlığını, rahatsızlığı affetmiyor! Edebiyatı-sanatı  kavrayışın sonsuzunda kesişip çaprazlaşan soyut çizgileri dikkate bile almıyor. Hem bunlar ne demek ki? Bu edebi saçmalar (!) olmadan da yaşıyor herkes. Sen açmazlarında çırpın dur, dert mi sanki?

‘Meğer denizi buluncaya kadarmış nehrin telaşı.-hasılı bir bardakta iki suymuş kıymet ve kıyam’[4]
Anladık şeyhim.

‘Neyi yitirmişse en güzel onun türküsünü söylermiş insan’[5]

Aldırma şeyhim, ‘her hasrette vardır elbet yarım kalmış bir yaz fırtınası’[6] Sonra, kim bulmuş ki  kendinin ormanında kendi izini?

[1] İsmet Özel
[2] Cahit Zarifoğlu
[3] Murathan Mungan
[4] M. Mungan
[5] Şaban Abak
[6] Haydar Ergülen
[7] M. Mungan
[8] Kemal Varol
[9] Ferit Edgü
[10] küçük İskender
[11] Kâzım Kumpasoğlu
[12] Ferit Edgü
13] Sevgi Soylu Koyuncu
[14] Kemal Varol
[15] Akif Kurtuluş
[16] Kemal Varol
[17] Bella Ahmadulina
[18] M. Mungan

Önceki İçerikALİ ŞERİATİ ÜZERİNE NOTLAR!
Sonraki İçerikEdebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir – 4