CAFER TURAÇ SÖYLEDİ!

2

AFRİKA’DAN CİZRE’YE ŞİİRİN DAĞLARINDA DOLAŞMAK

Bir şairsiniz, üstelik okurlara- en azından bana- kalemi tanımazdan evvel kelâmı tanımış olduğu izlenimini veren bir şair. Sözün edebini layıkıyla taşıyor, çivisi çıkmış bir dünyanın çoktan rahmetli olmuş kelimelerini kabirlerinden kaldırıp, ruhunuzun döktüğü suyla arıtarak saf tutturuyorsunuz dizelerinizde. Sorarım, bu bir itiyâd mı, bir sevk-i tabî mi; yahut şöyle diyelim: ne vakitten bu yana şairsiniz?
Ne vakit şiire başladım hatırlamıyorum. Şiire ilk ürpermem çocukluk yıllarına rastlar; Adana belki yorgun bir sonbahar akşamı pencerelere dayanıp iş dönüşü beklenen ablalar, belki top oynayan çocukların kaleye bile almadıkları göçmen yüzüm, belki de sayılmayan gollerim, bilmiyorum. Ama şiirlerimin üzerinde kalbimin gölgesi var diyebiliyorum. Ben neyle konuştum, benimle ruhum nasıl konuştu, neyi saydım neyi döktüm, hangi yollara gittim, hangi esintilere kapıldım nerdeydim, bir kar sesinde yağışım, bir akarsu oluşum nedendir, bilmiyorum, bir vakte sığdıramıyorum.

Herkesin sırrını ölümlerden dönerek çözdüğü bir hikâyesi vardır elbet. Sizin de olmalı. Belki “nebiler nebisinden artakalan bir sevda” göğsünüzde yuvalanmış olan, “dul bir müşküllük” belki. Ve biz size baktığımızda, şiirlerinize dokunduğumuzda “baştanbaşa azeri türküler”, “cizre vadisinde kan kusan bir mavzer”, “altedilmiş bir gelincik” “yürekli afrikanın haritası” “tayların koşularda uzayan boyunları” gelip kuruluyorlar gözlerimizin içine. Nedir sizi afrika’dan cizre’ye, dağlardan göllere atan, “ben aşkım” dedirten hikaye?
Hikaye şu; askersiniz, gömleğinizle duygularınız arasındaki renk, her zaman sizi yoruyor, siz, yeryüzünün yenilgilerle dolu tarihinin esmer kelimesi olarak bir adım öne çıkıyorsunuz bu mesafe bazen Cizre oluyor bazen Keşmir. Kimi zaman Kafka’ya uğruyorsunuz, kimi zamanda Sadi’ye. Cumartesilerinizde Sezai bey, perşembelerinizde Haşim var. Sofada kelebeklerin izini sürüyorsunuz o sizi Muhyiddin’e götürüyor. Ve hiç ummadınız bir yerlerden Karacaoğlan çıkıp geliyor.

Yolculukları böylesine sevmeseniz “soy hırkanı gidelim/ ah canyolcum/ madem ki yol uzun/ ve madem ki aynı şehirdeniz” demezdiniz. Yolculuklar nerde başlar hocam  nerde nihayet bulur? Yollar bittiğinde mi uç verir şiir ya da bir şiirin kozasını yırttığı yer hangi yol üzerindedir?
Gördüğün gibi şairin yolculuğu sürer gider. Nerden başlar dersen; kendi sılasından, kendi bağından. Şair, yolculuklarla kendi gurbetini bulur. Sonrası hikmet burcuna yolculuktur.

Şiir karın doyurmaz deniyor, şimdilerde, şiiri bir baş soğan yahut taskebabı ile kıyaslarcasına. İhtimal Sappho’nun  yaşadığı, Dickensen’ın odasına kapanıp durmadan yazdığı zamanlarda dahi böyle yargılar dillendiriliyordu şiire ilişkin. Sizce şiir insanların midesindeki gurultuyu bastıramıyor ve şairi de pinti bir ev sahibi hükmüne sokuyorsa, açlığı giderenin ‘güzel’den alınan pay’ olduğunu hatırlatmak kimlere düşüyor? Sahi, genelde sanat, özelde şiir insanlık adına ne yapar?
Dünyayı yepyeni bir dille anlamayı, anlatmayı az şey saymazsın herhalde.

İkinci Yeni’nin büyük ustası Turgut Uyar’ın  ölümünden birkaç ay evvelki son imza gününde toplam 7 kitabını imzaladığını işitmiştim. Bu has okurun her dönemde aslında göründüğünden daha az olduğuna misâl teşkil ediyor benim için. İmza günleri bir denizin kıyısına inip ona yakından bakmaya, onunla bütünleşmeye ve onu anlamaya yol vermesi bir yana, ‘dostlar alışverişte görsün’ mantığına indirgendi. Buna sayıları epeyce çoğalan şiir dinletilerinin ‘ biz bize ah ne güzeliz’ yavanlığı da dahil.Şiirin parlak ışıklarla aydınlatılmış salonlarda boy gösterirken vurulma ihtimali nedir, tıpkı düze inen bir eşkıyâ gibi?
Turgut Uyar’la ‘geyikli gece’de ‘kayayı delen incir’ olmuştuk,Terme’de. O da yaşasaydı şöyle seslenirdi sanırım’ benim hiç’ mutluluk fotoğraf’ım olmadı yüzbaşım. Yani şairler aynı mezheptendir, vurulurken de birbirine tutunurken de. Ama ben ortalıkta görünmeyi sevmem, pek. Birkaç dost meclisinde olmayı daha çok önemserim.
Şiir ve yayıncılık piyasası arasındaki ilişki hakkında ne düşündüğünüzü sormak istiyorum. Toplam iki kitabınız var ve bu iki nadide eserden elde ettiğinizi, kendilerine ‘edebi bir ürün’ müelliflerine ise ‘yazar’ demenin fazlaca iyimserlik olacağı ve fakat piyasaya çıktıklarında kısa zamanda kapışılarak üst üste baskılar yapan kitapların, kendilerinde ’emeği geçen herkesi!’ abad etmesi gerçeğiyle kıyasladığınızda içinizin sızladığı ya da bunca dil ve gönül fukarası kitabı ‘en çok satan listelerine’ çıkaran halka buğz ettiğiniz oluyor mu?
Şiir en çok söylenir, en çok satan olmaz diyorum. Şimdiye kadar aklım ermedi bu tür alışverişlere. Duymamak istemişimdir hep. Sezai Karakoç gibi söylersem: ‘Ben yıllar yılı burada/Başka bir zamanı yaşadım/insanlar başka kelimeler başka/Başka bir gümüştü ağaçlardan dökülen.

Türkiye’de mevcut edebî atmosferi nasıl değerlendiriyorsunuz, bilhassa edebiyat dergilerinde yayımlanan şiirlerin çıtasına baktığınızda ne hissediyorsunuz? Yani ki, şiir öldü mü, komada mı, sakat yahut mefluç mu yoksa capcanlı yaşıyor mu hala?  Herkes onu arıyor, peki siz Şiir’i gördünüz mü?
Dergilerdeki şiirlere eğilip bakmaya çaba harcıyorum. Yazanların nasıl heyecanlar yaşadıklarının farkındayım ama beni çarpan şiirlere çok az rastlıyorum.Böylesine sağlam şiir geleneğine sahip olup da, gün geçtikçe yüksek söyleyişini yitiren, başka bir edebiyat ortamından söz edilemez. O zaman bu alandaki birikimimizin, ruhsal hazırlığımızın dikkate değer ölçüde olmadığını, tabir caizse yerimizin kaypak olduğunu düşünmeliyiz. Şairler ‘kitap kalemden öte’ bir sevgiyle sevmeli birbirini. Şiirimizin iyi yolu böyle bulunur.

Siz  de  kanaatime katılır mısınız  bilmem amma, şiir eğer  tek bir  kelimeyle tanımlanacak  olsa ‘isyan’ derdim ben. Bu bağlamda, modern hatta postmodern mevzilerin iğvasına aldanmamak,  kanmamak,  kapılmamak, nihayet  yaralanmamak ve vakur bir duruşun öznesi olabilmek adına  şiirle kuşanan kişi kendini kârda sayabilir mi? Buradan, şiirin sesiyle şairin dünya görüşü yahut ideolojisi arasındaki ters ve düz orantıların, tek ya da çift yönlü ilişkilerin sorgulanmasına da gidilebilir. Acizane değerlendirebildiğim kadarıyla, sizin şiirlerinizde belli bir ideolojik tavrın keskin çizgilerle ve kör göze parmak sokulurcasına yer aldığı söylenemez. Şöyle sorsak ne dersiniz, şiiriniz kimlerin şiiri?
Şiirim önce benim kalbevimin şiiri. Sonra sokakların,kaybolan mahallemizin,bombalanan mabedlerin, semt dolmuşlarında unutulan mendillerin, bayan Raşelin, mersin yaprağının, Neşet Ertaş’ın, Mostar’ın, Rilke’nin, Kahire çarşısının, Cemil Meriç’in kitaplığının, Kemal Tahir’in mahpusluğunun, Ruhsati’nin sazının, Ramazan Dikmen’in ömrünün, Niyazi Mısri’nin, Yılmaz Güneyin, Dosto’nun Beyaz Geceler’inin, Sarıkamış’ın, kapılara yaslanan yağmurların, karşılıksız mektupların,  gurbet imalı yolların şiiri.

Siz kendinizle röportaj yapıyor olsaydınız eğer,  kendinize sormak istediğiniz soru ne olurdu hocam? Ve elbette cevabı?
Bir kalb olarak mı doğdun sen oğul? Bir kalbe kendince niye sığmadın oğul? diye sorardım, ve tabi cevap vermezdim.

“Ne büyük uykulara yatmışlığım var, / ne büyük aşklara yol veren itirazım (daha bir şeyler…bir veda)” diyen  bir şairin ‘kelimelerine takılırsak’, ağlatacak kadar kederli (bir veda), acınacak kadar kadersiz     ( ne büyük uykulara yatmışlığım var) ve şaşırtacak kadar yalnız ( ne büyük aşklara yol veren itirazım) bir adamın kırık çizgileriyle  karşılaşmamız kaçınılmaz. Oysa , biliyoruz ki, yeryüzü kelimeleri manayı, efradını cami ağyarını mani taşımakta yeterince mahir değil. İlk soru olmalıydı belki, fakat soruların bile bir kaderi var ve sonda olmak düştü payına bu sorunun: Cafer Turaç, gerçekte kimdir ve aynaya baktığında gördüğü ile aynanın arkasındaki sureti arasında bir tekabüliyet var mıdır?
‘Duygu dolu bir insan olarak ortadayım ‘diyor Rilke. Aynen öyleyim. Şiirimle de aynamla da aram iyi. 21.yüzyılda kendi yüzümü korumaya çalışıyorum, daha çok arkadaş yaraları alsam da. İçli bir adam denebilir bana. Aykırı seslere kapalı, tahammüllü, biraz divan şarkıcısı, çokça halk düşkünü, evini gül bahçesi sanan, oğullarının arkadaşı, yarinin sırdaşı olan.

Sanırım susmak zamanı geldi. Bütün soruların üstüne, hayatın üstüne ve dahi aşkın üstüne, neden susulur hocam ya da susulur mu?
Susulur, çünkü suskunluklar yeni şiirlerin ziyaret kapısıdır.

Önceki İçerikDÜNYA MÜLEHAZALARI
Sonraki İçerikHÂL TERCÜMESİ