KIZIL ELMA VE ÖTESİ

1

Türklerin AB macerasına tarihsel bir Türk obsesyonu (takıntı) olarak bakmak mümkün müdür? Bu yazıda böyle bir tarihsel okuma yapmak istiyorum. Türkiye’nin AB macerası üzerine çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Ancak bu serencamın tarihsel arka planı kanımca fazla irdelenmedi. Türklerin Avrupa ile olan dansını otuz, kırk ya da seksen seneye sığdırabilir miyiz? Bu sergüzeştin yüzlerce yıllık bir arka planı yok mu?

Bu soruları sormak kaçınılmazdı. Çünkü AB gibi, Wallerstain’da belirttiği gibi bu hayati meseleyi, kimleri ekmek kapısı, kimileri daha demokratik ve çağdaş rüyaların gerçekleşmesi, kimileri ise kendi içindeki hesaplaşmaların havalesi olarak görüyor. Ancak bütün bunların ötesinde  tarihsel skala gözden kaçıyor. Türkler bin yıldır Avrupa’ya yürüyor. Bu yürüyüşün psiko-sosyal sebepleri ve sonuçları irdelenmeden Avrupa ya da AB ile ilişkilerin tam bir muhasebesi kanımızca yapılamaz.
Türklerin, hadi daha yumuşak bir ifade ile Türk toplumunun Avrupa ile münasebetlerini ne şu an iktidardaki partiye, ne genç Türkiye Cumhuriyeti’ne ne de Osmanlı’ya indirgeyebiliriz. Bu toplumun şuurunda olup olmadığını dahi kestiremeyeceğiz bir tarihsel Batı yürüyüşünden bahsetmek mümkündür. Ancak bu yürüyüş, iradî veya şuurlu bir yürüyüşten ziyade iç güdüsel bir harekettir. Orta Asya bozkırlarından çıkan Türk boyları Batı’ya yöneldiler. Yürüyüş böyle başladı. Ardından Müslüman Türkler yine Batı’yı kendilerine hedef olarak seçtiler. Selçukîlerin Anadolu fethi ve Osmanlı’nın Balkan ve Orta Avrupa hırsı bu tarihsel yürüyüşün neticeleridir.
Türklerin bu tarihsel yürüyüşünü bir obsesyon ( takıntı) olarak görebiliriz. Bu obsesyonun gerekçelerinin ise oldukça karışık olduğunu düşünüyorum.  Fakat patolojik bir durum olan obsesyonun her zaman mantıklı bir sebebi olması gerekmiyor. Zannederim Türklerin fütûhatçı karakterleri ve tarihsel tecessüsleri bu obsesif tutumu açıklayıcı ip uçlarını verebilir.
Bu bağlamda bu gün yine Avrupa kapılarında ( surlarında da diyebiliriz) Türkler var. Yüzyıllardır farklı şekillerde kapıyı çalan bizler bu gün çok daha değişik biçimde kapıları zorluyoruz. Tarih boyunca savaş meydanlarında, kale burçlarında, deniz ve adalarda kanla, kemikle, demirle yapılmaya çalışılan, bu gün kağıt, kalem, kanun ve tüzükle yapılıyor. Amaç her ne kadar daha iyi bir yaşam, zenginlik ve refah olarak gösterilse bile bunların sadece maske olduklarını düşünüyorum. Bütün bu tarihsel sebepleri bir partinin genç bir devletin ya da uluslar arası konjonktürün sırtına yükleyip hesaplaşmanın alemi yok.
Ben açıkçası bu veya şu şekilde Avrupa ile yüzleşmenin pek farklı olmadığını düşünmekteyim. Türkler için önemli olan yüzyılların getirdiği yarı şuuraltı bir arzunun, hırsın, istencin, tatminidir. Diğer yandan Türk toplumunun bu tarihsel perspektifinin AB müktesebatı ile bozulacağını söylemek; ülke içindeki statükocularla veya ortadoks milliyetçilerle işbirliği yapmak değilse, en azından Türkleri hiç tanımamak demektir.
Şunları da belirtmeden geçemeyeceğim. “Türk” kavramı tarihin hemen hemen her döneminde bir imkan olarak kendini gösterdi.Asla uzlaşmaz denilen Doğu ile Batı arasında, biz, daima gerilimin daha doğrusu bu salıncağın üstünde ikamet ettik. Uzun yıllar, çok uyun yıllar büyük kimlik krizleri yaşadık ve maalesef hâlâ bu krizi yaşamaktayız. Ama bir imkan olarak buradayız işte. Çünkü “payitaht-ı dünya” İstanbul var elimizde. ” İstanbul” tarihin en muammalı ve büyülü kavramlarından biridir. Evet İstanbul bir özel isim değil, bir ” kavram”dır.  Kim ki İstanbul’u sadece şehir olarak görüyorsa yanılıyordur. Çünkü O, tarihi yapan üç Roma’nın ( Doğu- Batı Roma, Osmanlı ) merkezidir. O bunların ötesinde Doğu ve Batı dediğimiz   düşman kardeşlerin birbirlerini tanıyıp tarihsel önyargılarını uzlaştırabilecek yegane mekândır. Türkler medeniyetlerini (kültürlerini değil) İstanbul’da kemâle erdirdiler. Türklük ve İslâm, Batı karşısında ancak İstanbul ile dikilebilirler. İstanbul, kâinatın merkezi ” Mekke”nin anahtarıdır. O daha kendini göstermeyen büyük kültür, düşünce ve merhamet savaşının merkez üssüdür. Bu savaş, tankla ve tüfekle yapılmayacak, yapılmamalı. Çünkü bunun sonucunu tahmin etmek pek zor değil. Ve hiçbir büyük medeniyet, kalıcı medeniyet kanın ve külün üzerinde yükselemez. Hele İslâm’ın o dingin ve kalpleri fethedici salâsı asla bunların üzerine kurulamaz.
Peki bu satırlarda bir Polyanna mı konuşuyor? Her şeyi çarçabuk hallettik mi? Asla!.. Bu hiçbir zaman kolay olmayacak, olmamalı da. Ve açıkçası olabilirliği de kuşkulu. Çünkü böyle bir ” düş”ün çalışmayla, emekle pek yakından ilgisi yok. Böyle şeyler biz insanların bireysel gayretleri ve fedakârlıklarıyla olmaz. Tarihin kırılma ve dönüşme anları belirler bu “düş”lerin çerçevelerini. Bunu tesbit, bir atâlet ve tembellik çağrısı değildir. Yalnızca, biz tek tek insanların nelere güç yetirip yetiremeyeceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Öyleyse yola devam etmekten başka seçeneğimiz yok. Çünkü tersi, kendimize ve tarihimize ihanet etmek olurdu.
AB meselesine geri dönecek olursak; AB, Türklerin nihai amacı değildir. Böyle olması bizim için basit ve zahmetsiz olurdu. Ancak durum bunun tam tersidir. Türklerin tarihsel “iddia”ları olmasaydı bu gün çok sorumsuz bir biçimde AB üyesi olmuştuk. Ama bu tarihsel iddianın Avrupa farkındadır. Şimdi onlar çaresizce tarihî “Türk sorunu”nu nasıl halledeceklerinin telaşı içindedirler. Bizim ufkumuz ve vizyonumuz daha öteleri kavramalı ve daha derinlere inmelidir. Tarihimiz hiçbir zaman sorunsuz olmadı. Bugünkünden çok daha büyük belâlarla baş etmesini öğrendik. Mâzimizin en karanlık ve boğucu döneminde, on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Ahmet Cevdet Paşa’nın ağzından şöyle söylemesini bildik; ” Osmanlı, İnsanlığın son adası…” Öyleyse yürüyüşe devam…

Önceki İçerikYÜZÜNDE HATIRA BİR EYLÜL KALDI BENDE
Sonraki İçerikDÜNYAYA AĞIT