BANA BİR ÖTEKİ VER

2

Dinçer ATEŞ’e İthaf olunur

O, ikinci teklik şahıs olan ‘sen’in
Mekandaki ötelenmiş halidir
Öteki dile, topluma, bireye ve kültüre olumlu veya olumsuz pozisyonlarda dağılabilecek bir kavram. Zihinsel bir alt yapıya sahip olması nedeniyle keyfi bir kuruluşun üzerinden arzı endam ediyor. Bununla  beraber sonuçları açısından oldukça acı veren yönelimlere sahip. Öteki bir yaklaşım tarzı, öteki bir kaos, öteki bir yapı, öteki bir semantik ve öteki bir yapı bozum. Öteki, sen olmayı hak etmemiş olan ‘o’nun tezahür etmiş bir durumunu imliyor zihnimize. Hatta ‘öteki’ elden gelse bütün şahıs kiplerinden kapı dışarı edebileceğimiz bir şey. ‘O’ bile sahipleneceğimiz bir kavram ‘öteki’ karşısında. En azından bir yapı olarak, dil bizi böyle düşündürebiliyor. Çünkü zimmen de olsa ‘o’, sen üzerinden varabileceğimiz, hatta bilincinde olmasak bile dilin ulaştığı bir durum olarak içselleştirdiğimiz bir şey. Dil bütün ‘o’ları öteki yapmıyor, öteki ‘o’nun ötesinde bir yerde.  Lakin analitik olarak baktığımızda ‘o’, ‘sen’den, ‘sen’ de ‘ben’den çok uzakta olan yapılar değil.  Epigrafımızda olduğu gibi.

Öteki ben veya senden başlayan bir şey. Ben veya  sen olmasa ötekini oluşturabilecek bir vasattan söz edebilmek mümkün değil. Yani ötekinden kalkıp da bir ‘ben’ veya ‘sen’ oluşturacak duruma sahip değiliz. Dil bile ötekinin karşısında geri dönüşsüz bir yapı olarak kendini gösteriyor. Dilin bile taraf tuttuğu  bir vasattan bahsediyoruz öteki dediğimizde.

Dil kendi kuruluşunu ‘ben’den kalkarak gerçekleştiren bir yapı. ‘Ben’ her ne kadar dilin temelinde olsa bile, derinden baktığımızda o kadar da ‘kendine ait’ bir şey değil. Onun da başka şeyler üzerine saçaklandığını görmek mümkün. Başka şeyler üzerine dağılabilme özellikleri var. Örneğin aynaya baktığımızda karşımızda gördüğümüz şey bir aidiyet ekiyle bize bağlanmış olmuyor mu? Hatta ‘bu benim resmim’ veya ‘ bu benim kafam dediğimizde zimmen kabul etmek durumunda kaldığımız ‘ben’de mündemiç olan bir ‘sen’ yahut uzakları işaret etmiş olsa da bir ‘o’ bulmuş olmuyor muyuz? Kabul etmeliyiz ki öteki nesnel olmanın çok ötesinde bir zihinsel faaliyeti imlemekten başka bir şey değil.
Fakat nasıl oluyor da pratikte ötekinin dünyasını kendi evrenimizin bu kadar dışarısında kurma başarısını gösteriyoruz! Buna cevaben ‘ben’in yerine biz, ‘sen’in yerine siz ve ‘o’nun yerine onları ikame edip bir toplumsal yapıya ulaşarak diyebiliriz. Elbette toplumsal olmanın farklı bir doğası var. Toplumda insan kendi olmaktan soyutlanıyor. Toplum maskeli bir balo. Dolayısıyla orada hakim olan ‘biz’ duygusu ve buna bağımlı olarak ‘ben’e giydirilmiş olan maske.

Biz duygusu diğer oluşumlara bir ayrıntı olarak bakma pozisyonuna sahip. ‘Ben’in kabul ettiği şeyi ‘biz’, doğası gereği  dışlayabiliyor. Yani toplumun bir ferdi olarak maskeli bir baloda kendi olmanın acısını çekiyoruz içimize. Herkes bir başkasının yerinde meskun ve bir o kadar da muhteris oluyor. Bir kavram bir kelimeyi tehdit ediyor bu çoklukta. Herkes birbirine doğru diş gıcırdatıyor. Sevgi tatile çıkmış iz’an hak getire. Birbirimize tahammül edemiyoruz. Kimse bulunduğu yerden memnun değil mesela. Kendi sevinçlerimizden memnun değiliz, kendi statümüzden memnun değiliz, kendimizden bile memnun olamıyoruz. Bu biraz da çağcıl bir şey. Bu çağın insanı olumlu bir kendi bulamıyor üzerine giyinmek için. Başkasının üstünü örtmeye çalışıyor yalnızca. Başkasını tarihe, başkasını toprağa gömme uğraşısında. Modern olmanın diyetini ödüyoruz beklenmedik bir biçimde. Kendi gurbetimize çıkmamızı istiyorlar bizden. Sonra çıkardığımız anlamsız sesleri bir ateş topu gibi birbirimizin üzerine atıyoruz.

Herkes düşmanını yanında olsun istiyor. Kimsenin sataşmak için beklemeye vakti yok. Herkes vebadan, cüzamdan ve ifritten bir öteki buluyor kendine. Çoğunluk ötekinin ötesinde olmakla tanımlıyor varlığını. ‘Ben buyum’dan ziyade ‘ben o değilim’ negatif yargısı herkese daha cazip geliyor. Sen olmak gibi bir çaban varsa eğer, bu anlam evreninde kendin olmak gibi. ‘Sen’ bütün samimiyetinle, bütün iyi niyetinle, sevgilerinle, duyuşlarınla, ‘sen’ öteki bir dünya oluyorsun o zaman. Öteki bir memleket, öteki bir fikir, öteki bir varlık, öteki bir insan. Öteki… Öteki… Öteki… Ötekinin sonu yok.

Öteki nefretlerin iktidarına göre belirleniyor. Her gücün, her çağın kendine ait bir ötekisi var. Daha fazla muktedir olabilmek için korkudan bir öteki üretiliyor. Her dönemin farklı bir ötekisi dedik. Her farklı çıkar farklı zamanlarda kendi ötekisini çekiyor kura torbasından. Negatif bir oluş bu, negatif bir iktidar coğrafyası. Olumsuz yargıların üzerinde büyütüyoruz ötekini. Bir ‘sen’ olarak seni apoletler ötekileştiriyor, postallar, boyun bağları, yakası kolalılar ötekileştiriyor. Anlıyor musun şehir zorbaları, beyazlar  vs… ‘sen’i.

Ötekileştirilmiş bir ötekiyiz artık. Karşıtların zıtlığında bir nev zuhur üretilen, yerinden, yurdundan uzaklaştırılmış öteki. Yoksa bahsedilen bir ötekinin aslolan varlığı  ‘burada’ – anlam olarak- kurulamaz. Çünkü  bir ‘kendi’ olarak öteki hepimiz için önemli. Çünkü el değmemiş bir ötekinin bize kattığı anlam bizi kendimize daha çok yakınlaştıran bir buhurdur.

Oysa, öteki affedebileceğimiz bir kendimiz olmalı değil miydi? Duymak istediğimiz bir sevgili, eskimeyen bir çehre, sırası gelmemiş bir ölüm, yaşatılası bir güzellik.

En insan olan yerlerine muhtıra, en yaralı yerlerine darbe yememiş bir öteki.
Keşke herkesin ötekisi kendisi olabilecek kadar yakınlıkta olsaydı. Keşke ‘ya sev ya terk et’ formatında bir cümleyi hiç kurmamış olsaydık. Yaşamanın buhur kokan bir kültürü olmayacak mı? Ne  dersiniz?

Önceki İçerikKENDİNE BİR AHİT BUL
Sonraki İçerikDİLİN ANLAŞILMAZ YANLARI