YILDIZ RAMAZANOĞLU’NA SORDUM

2

‘’ AHİRETİ ÖNCELEYEN BİR ŞEHİR ÜTOPYASI VAR İÇİMDE.’’
Şehirden başlayalım öncelikle.. Sahi nedir şehrin sinir uçları?.. Yıldız Ramazanoğlu’nun şehirle olan alakasını, ‘İçimden Geçen Şehirler’e gelmeden daha, ‘Bir Dünyanın Kadınları’nda da görüyoruz… Nedir şehirle olan münasebetiniz?

Şehir insanların bir arada yaşama iradesinin en üst düzeyde örgütlendiği yer olarak görülür her zaman. Şehir aslında bir tanıtım yeri. Burada insanlar nesneler fikirler bir gösteri gibi önümüzden akıp gidiyor. Hem içindeyiz hem herkes tek başına. Elde etme olanaklarıyla dolu cazibe merkezleri şehirler. Sonsuz gerilim ve rekabet mekanları. Devletlerin fikirlerin başarılarını sergilemeye kalkıştıkları saygın teşhir yerleri, güç nesneleri. Şimdilerde insanların tüketim biçimleriyle birbirlerinden ayrıldıkları bir yer. Nerede oturuyorsun, araban ne marka gibi. Bu inançlara dayalı ayırımı bile gölgede bırakıyor artık. Ahireti önceleyen bir şehir ütopyası var içimde. Dalalette ittifak etmeyen, önceki şehir ahalilerinin akıbetlerinden haberdar olan insanların başka insanlara merhamet ettiği şehirler dolaşıyor hayallerimizde. Işık hızıyla fetihler yapan müslümanların şehirlerin genel tarihi dokusuna müdahale etmeden saygı ve hoşgörü içinde adaleti yükselten, şehirleri geliştiren tutumları geliyor aklımıza. Sinir uçları ise gerilim alanları. Statülerin ürünlerin ve nesnelerin paylaşımında ortaya çıkan savaşta uç veriyor.

Her şey zıddıyla kaimdir kuşkusuz.. ‘New York ve Mekke.. Elektron ve Proton’ şimdiye kadar kağıt üzerinde de olsa, hiç yan yana gelmeyen (getirilmeyen) iki şehri yazdınız.. Ve tabiri caizse taşı gediğine oturttunuz.. Mekke ile New york nasıl geldi yan yana..? Yan yana gelmelerini gerektirecek nasıl bir olgu vardı?

Bir ay içinde sırayla iki sırlı şehre de ilk kez ayak basmak üzerimde derin izler bıraktı. İman ve teslimiyetin şehri Mekke’den sonra NewYork’ta meydan okumaya ve inançtan arınma iddiasına tanık olmak sarsıcı. Elini enerjisine götürüp iş çıkaramayan, zamana karşı kayıtsız, bir rehavet ve atalet içinde kaderini bekleyen İslam dünyası ile dünyada beyazlar ve üstün insanlar için cenneti yaratma iddiası arasındaki derin çelişkiyi çözmeye çalışıyordum 1998’de. Tedbirsiz tevekkülle, abartılmış bir “herşey kontrolümüz altında” kadere hükmediyoruz küstahlığı arasında. Aynı şehirlere tekrar gittiğim zamanlarda ise Mekke’nin akıl ve hikmetle yol alan ruhunun NY’lulara şefkat elini uzatmasının iyi olacağını düşündüm hep. Burada insan olmanın en tekamül etmiş halinin yaşandığı sanılıyor, son insan denilen liberal insanın cenneti gibi anons ediliyor dünyaya ama burada insanlar odalarında kimsesiz ve yapayalnız ölüp gittiklerinden bu ölüleri kazıyıp atmak için şirketler kurulmuş. Birörnek mutluluk reçeteleri, sağlık güzellik ve uzun yaşam vaadleri işe yaramıyor. İçin için çürüyor insan ruhları.

Dışarıdan tercümelerin çocuğuyum ben’ diyorsunuz ‘İçimden geçen şehirler’de.. Ne demektir bu?

Yetişme çağımızda batılı yazarların eserlerine ulaşabiliyorduk. Öğretmenlerimin hepsi de idealist kemalist marksistlerdi. Nasıl oluyorsa hepsini birden uzlaştırıyorlardı zihinlerinde. Sol manifestoların yolu açılmıştı önümüze. Harf inkılabıyla beraber sıfırdan başlamıştık sanki. Hiçbir birikimi olmayan hiçbir medeniyet üretmemiş bir millet olduğumuz söylenmeye başlanmıştı. Avrupa’dan yapılan pozitivist akılcı tercümelerle dinden ve onun tüm tezahürlerinden yakasını kurtarmış yepyeni bir millet yaratılıyordu hem de onuncu yıl marşında söylendiği gibi her yaştan. Kendimizden yola çıkmamız, bu toprakların birikimine ulaşmamız zaman aldı, sancılı oldu. Ferhat’ın Şirin’i onu taşıyarak yorulan atıyla beraber sırtına aldığını gösteren minyatürlerle, Hafız’ın divanıyla kendimizden geçmeye başladığımızda üniversiteyi yarılamıştık çoktan. Neyse ki Sezai Karakoç’u, Orhan Kemal’i, Sabahattin Ali’yi, Mustafa Kutlu’yu keşfetmemiz çabuk oldu. Elden ele dilden dile yayılıyordu yeni yazar kahramanlarımızın kitapları, adları.

‘Filistin bir sürgünün adıdır ve dünyanın her yerine parça parça dağılmıştır’ derken siz, bir nevi şamar gibi vuruyor yüzümüze kutsal bir gerçek.. Biz bu sürgünlükten payımıza ne aldık?

Birinci Dünya Savaşından sonra imparatorluk dağılırken her bir canımız bir yerde kaldı. Cetvelle çizilmiş sınırlar kondu. Dil din ve kan bağıyla bağlandığımız kardeşlerimizle iletişim kurmamıza ve dayanışmamıza bile izin verilmedi, yollar kesildi. Düşmanların yaydığı rivayetlere göre bazılarımız sömürmüş bazılarımız da arkadan vurmuştuk. Neredeyse kendi vatanımızda bile mülteci konumuna düşecektik. Zımnen yeni millet esas yurttaşlar, geçmişine sadık kalanlar ise eşiği aşamamış gafiller olmak üzere ilginç bir ayırıma tabi tutuluyordu koca millet.

‘Dünyanın erkek egemen olması, kadını sorumluluklarından kurtarmıyor’ diyorsunuz.. Kendisini et yığınına dönüştürmekten başka bir işlevi olmayan bu çağ insanları arasında nedir kadının sorumlulukları?

Kadına özgü özel sorumluluklar yok aslında. Yürekten bağlı bir kul olmak. Böylece kimseye kul olmamak. Tarihin sürüklenip giden figüranları olmak yerine etkin özneleri yapıcıları olmak. Kendini müstakil ve sorumlu biri olarak inşa etmek, çocuk sahibi olunca da kendine emek vermeyi sürdürmek. Cüretkar pervasız ve korkusuz olmak. Okuyarak yazarak yapıp eyleyerek kötülüğün üzerine yürümek. Keşke erkek olsaydım dememek. Erkek taklidi yapmamak. Misyonunu keşfedip o yolda heyecanla yürümek. Hak ve adalet duygusu gelişmiş, verileni sorgulayan insanlar yetiştirmek fakat yaşarken hayatı çok fazla kurcalayarak ana yoldan kopmamak. Huzur ve mutluluk üretmek, yeryüzünü helak olacağını bile bile imar etmek. Dünyayı sorularla çiçeklerle merhametle ve gözyaşıyla doldurmak. Fedakarlığın uç boylarında dolaşmaktan kaçınmamak, karşılığını Allah’tan beklemek.

Müslüman kadını, modern kadından ve belki de sadece kadın olmaktan ayıran şeyler nelerdir?

Müslüman kadın her şeyden önce çekici ve parlak görünen içi boş plastik bir özgürlüğe mesafeli durmalı. Başını secdeye koyup yerini ve haddini bilmek, bu yerin çok yukarıda olduğunu, hakettiği her şeye sahip olduğunu haketmediği hiçbir şeyin verilmeyeceğini idrak etmek başlangıç olarak iyi bir duruş olur. Matematik eşitliğe değil hakkaniyete talip olmalıyız. Elini ve kalbini vermeye alıştırmak, bunun bir nasip işi olduğunu bilmek de Müslüman kadın öznenin belirleyici vasfı olabilir. Sen de ver diye sızlanıp insanların huzurunu ve fıtratı bozmak uygun düşmez. Ama ezilmek ve aşağılamalara katlanmak da bütün insanlığa zarar vermek, zulmü beslemek olacağından onurlu bir yer bulup orada durmak.

Bir de cinsellik içeren beden dili ve giyim tarzı evin dışı için Müslüman kadına yasaklanmıştır. Bunu iyi sindirmeli kadınlar. Örtüneceğim diye insanlığından da vazgeçmemeli tabii. Vur deyince bu sefer de tersinden yeniden cinsel bir objeye dönüşmemeli.

Ve başörtüsü!.. Şüphesiz köprünün altından çok su geçti şimdiye kadar.. ‘Miskin değil, suskunuz!’ diyor S. Karakoç. Bizim ki miskinlik mi yoksa suskunluk mu?..

Sorun bilinçaltına indi. Mücadele yeraltında içten içe sürüyor. Miskinlikle bir alakası yok. Amansız yüzleşmeler yaşanıyor. Çok yaratıcı çözümler ve bireysel çabalar söz konusu. Çözülme ve savrulma daha çok kariyerine düşkün erkekler cephesinde. Bu kadınları da yoldan çıkarabilir yavaş yavaş. Nitekim artık sosyal kategori olarak aynı refah düzeyini paylaşanlar inançlı ya da inançsız ortak bir tüketim paydasında buluşuyor. Müslümanlar arasında tüketime dayalı incelikten yoksun kaba bir sınıflaşma var. Bir yarma harekatı gerekiyor herhalde. Biraz dışlama ve küçümseme şimdilik. Emek ve mülkiyet gündemimize girmeli, gelişmeler öyle baş döndürücü ki bu konudaki tartışmalar sol kesime bırakılamayacak kadar önemli. Zaten sol bu konuda tıkanmış durumda.

Bir çok uluslar arası kadın zirvelerine delege olarak katıldınız.. Ve katılmaya devam ediyorsunuz.. Elbette özelde kadını mülakat ettiğiniz halde, bir çok ülkenin islami hareketini ve etkileşimlerini gözden geçirdiniz.. Tüm bunlara vakıf olan biri olarak, şurda ‘biz bizeyiz’ desek, İslami hareketin Türkiye de durduğu noktayı, uluslar arası gözlemlerinizden yola çıkarak değerlendirir misiniz?

Reel politik kavramı ve buna tapınmanın getirdiği pratikler Müslümanların ahlakını bozuyor. İtikadına siyasetine ve gündelik hayat pratiğine zarar veriyor. Hepimizi kararsızlaştırıp tutarsızlaştırıyor. Bu bütün İslam dünyasında genel bir problem. Yine de sağlam duran kadınlar ve erkeklerle sıklıkla karşılaşmak mümkün. Türkiye’de genelde insanlar bedel ödemeden hiç bir risk almadan batılın bertaraf edilmesini bekliyor. İşgalciler çekilsin, emperyalizm Türkiye kuşatmasını kaldırsın. Başörtü meselesi hallolsun. Peki nasıl olacak bu. Bu uzun soluklu düşük yoğunluklu bir devrim gerektiriyor. Zihinsel olarak yeniden yapılanma lazım. Bunlar emekle çabayla bıkmamakla üstün bir fikri altyapı kurmakla, önyargıların, ırkçılığın ayrımcılığın aşılmasıyla olacak şeyler.

Postmodern dünyanın bize biçtiği imaja, gördüğünüz demiyorum da içinizden geçen şehirlerden baktığınız da nasıl duruyor bu basmakalıplık? Dünyanın her yerinde Müslümanlar ısmarlama hayatlar mı yaşıyorlar.. ?

Akıllıca politika üretenler, insanlığı kuşatacak şiirler yazanlar, şarkı yapanlar var. Beş yıl içinde hızla yeni söylemler olgunlaşabilir. Fransa’da Açe’de Türkiye’de Dallas’ta önemli tartışmalar var. Yaşamlarını gerçek bir peygamber varisi olarak sürdüren, çevresinde emin kişi olarak bilinen o kadar çok saygın Müslüman var ki, bu insanları izleyen, yaşamlarına tanık olan binlerce insan İslam’a intisap ediyor. Müslümanların modern durumları iyi bir analize tabi tutulmalı. Aslında uçlarda gidip gelmeler bu ara dönemde bir yere kadar kaçınılmaz kabul edilmeli. Bu med-cezir yaşadığımız dünyayı anlama, kendimizi yeniden üretme ve yapılandırma sancısı. Selefi bir tutumla müziğe, resime hatta edebiyata karşı çıkan insanlar var. Birkaç genç kızın bir kafede arkadaşlarıyla çay içmesini din elden gidiyor diye mesele yapanları görüyoruz örneğin. Meşruiyet alanının çok iyi bilinmesi lazım. Geniş bir yelpazeye ihtiyacımız var. Kınama, tahkir etme, tekdir etme diliyle yeni kuşakları kazanmak imkansız.

Yıldız Ramazanoğlu, tüm vasıflarından arınıp Müslüman bir birey, Müslüman bir kadın olarak ‘ötekileşmeye’ karşı nasıl bir duruş sergiliyor..?

Hak ve batıl var. Hakkın içinde öteki sandıklarımızın da emeği ve birikimi var, batılı üretenler arasında Müslümanım diyenler de çok sayıda. Öteki meselesi çok karmaşık bir iş; hikmetle ve bilinçle ayıklamayı, ince ayarlarla ilerlemeyi gerektiriyor, yoğun emek ve dikkat istiyor. Bu temel ayrım dışında hiçbir etnik coğrafi ve kültürel farklılık ötekileştirme gerekçesi olamaz. Her türlü farklılıktan öteki üreten çatışma dili yaratan insanların, böyle olmak kendi problemleri. Herkes kendine yakışanı yapar.

Son yıllarda her yerde olduğu gibi Türkiye de de ciddi bir kadın örgütlenmesi görülüyor.. Evet dediğiniz gibi genelde bunlar erkeklerin yürüttüğü çalışmalara yan çalışma olarak ekleniyor.. ‘Kadını eve, erkeği kamuya ait kılan geleneğin sarsılması’ beraberinde neleri getiriyor..? Bu aynı zamanda islami kriterlerden bakacak olursak, bir tehlike unsuru taşımıyor mu?.. Ve uluslar arası kadın zirvelerinden bekledikleriniz karşılığını ne kadar buldu?

Bu zirveler insanlığın bir konu üzerinden buluşma çabası. Ortak insani zemin arayışı. Dayatmalar var mı derseniz elbette baskın fikirler var. Güçlü olup kendi renginizi vermeniz mümkün. Müslümanlar arasında bu konular ve toplantılar pek ciddiye alınmıyor. Müslüman kadınlar toplumsal sorumluluklarını kuşanmanın, inisiyatif almanın önemini anlamış durumda. Kadınların dünyada olup bitenler karşısında sessiz bir izleyici olmaktan öteye gidememesi biraz da ev işlerinin kutsanması yüzündendi. Gündelik hayata adanmaları evin dışına müdahil olmamaları beklenirdi. Teknolojinin gelişimi özellikle kentlerde kendimizi adayacağımız ve mazeret olarak ileri süreceğimiz “ev işi” görevini epeyce hafifletti. Şimdi Müslüman kadın ve erkek öznenin gerçek bir aydınlanmanın meşalesini birlikte dayanışma içinde yakmalarının zamanı geldi. Kadının yeri erkeğin yeri gibi kalın çizgili, tehditkar üsluplar çocuksu kalıyor artık.

Ey müminler! nidası hepimize sesleniyor.

12- Ve son olarak edebiyat.. ‘’edebiyat için ‘içeriye’ çekilmek gerekiyor’’ diyorsunuz.. Derin siyahtan sonra, içinizde birikmekte olan derin, ince ve siyahi kelimeler ne zaman yeni bir kitaba dönüşecek?

Edebiyat çok öznel bir öğrenme sorgulama bir şeye bir olaya ve insanlık durumuna bütün varlığınızı işin içine katarak eğilme hali. Gerçekten bir hal. Bu ölümün tek başına yaşanması gibi yalnız gerçekleşen bir eylem. Gündelik hayatla sorumluluklarla birlikte yürümesi hiç kolay değil. Çekilme bunun için gerekli. Bu da her zaman başarılamıyor. Çok büyük bir kararlılık ve irade gerekiyor.

Kitap meselesine gelirsek, yeni bir kitap yayına hazır. Nasipse ulaşır okura.
Yıldız Ramazanoğlu. Ankara Kız Lisesi’ni ve Hacettepe Üniversitesi Eczacılık fakültesini bitirdi.

İzlenim, Dergah, Haksöz, Gerçek Hayat, Kırklar, Tarih ve Toplum, Kökler vb. birçok süreli yayında ve Yeni Şafak gazetesinde denemeler ve hikayeler yayınladı. Dünya kadın zirvelerine delege olarak katıldı. 2000 ve 2005 Dünya Kadın Konferansı’nda NewYork’ta BM delegesi olarak Türkiye’yi temsil etti.

Kitapları :

  • Bir Dünyanın Kadınları ( Ekin yay, 1998, İstanbul)
  • Osmanlıdan Cumhuriyete Kadının Tarihi Dönüşümü kitabına editörlük yaptı. (Pınar yay, 2000, İstanbul )
  • Derin Siyah –Hikaye (Söylem yay, 2002, Selis yay, 2005, İstanbul)
  • İkna Odası -Roman (Pınar yay, 2004, İstanbul)
  • İçimden Geçen Şehirler-Deneme(Selis yay, 2005, İstanbul)
Önceki İçerikBÜLENT AKYÜREK SÖYLEŞİSİ
Sonraki İçerikOTUZ VAKTE KADAR VEYA GECİKMİŞ BİR RAMAZAN YAZISI