SÖMÜRGECİLİĞİN PSİKOLOJİSİ

15

Sömürgecilikten anlaşılanın beyaz yelkenli  kalyonlardan denize salınan tekneleriyle karaya görkemli şapkalarıyla ayak basan İspanyol denizcileri algılandığının ötesinde bir dünyada yaşadığımız malum. Artık yaşadığımız dünya, göstergelerini bir biçimde mahiyetin ayrıntılarında gizli tutuyor. Var olanla görülen arasında, görülenle anlaşılan arasındaki bir ayrımdır bu. Bu ayrımın niteliğini, etkilerinin genişliğini ise tartışılmaz ikna gücü iddiasıyla bilim sağlıyor. Sağlam temellere dayalı bir inanç sistemi rolüne girmeye başlayan bilimin pozitif anlayışı insanlığı kendine bağlıyor ve bütün tanımları yeniden kurguluyor. Buradaki mesele kör bir bilim düşmanlığı değil, irdelenmiş, önyargılarından arınmış bir sosyal bilim arzusudur.

Bilim tarihi aynı ölçüde insanlık suçlarının tarihini de kapsıyor demek sanırım bilim adamları için çok da ağır bir suçlama sayılmamalı. Şu ya da bu şekilde işlenmiş cinayetlerin, katliamların, zehirlenmelerin arkasında kalın gözlükleriyle bekleyen bir bilim adamından bahsetmek sanırım bu işi abartmak anlamına gelsede meselenin özü bir anlamda burada yatıyor. Korkarım bu paranoyak düşünce bilim adamlarının işlerini su taşımakla sınırlandırarak,  fizik laboratuarlarını kafeye çevirerek, kimya şişelerinin yerin bilmem kaç metre derinliklerinde ebediyete emanet ederek rahata kavuşur.

Bu noktada bir keşif kolu olarak psikoloji bilimi nereye oturuyor? Bu oldukça karmaşık bir durum. Özellikle toplumbilim ve davranış bilimine atfedilen sosyal tanımlama, yönlendirme, belirleme ve yöneltme görevi bu karmaşayı içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Tanımlamayı kim yapacak, neden yapacak, nereye yöneltecek diye sorduğunuzda alacağınız yanıtlar bilimden beklenenin biraz ötesine düşüyor.

Bu gün bireyselleşmeyi temel gösterge olarak alan psikoloji biliminin geldiği yol ayrımında insan yalnızdır ve bir o kadarda kendini yadırgar. İnsan varoluşu ile  yokoluşu arasında toplumsal nitelikleriyle sıkışmıştır. Kendine ve çevreye yönelik pasif saldırganlık dürtüleri taşıması iddasıyla birlikte bitmek tükenmek bilmez bir başarı tutkusuna sahiptir ki bu onu büsbütün köleleştirmekte, hayatı bir sömürge alanı olarak tanımlamasına neden olmaktadır. Bir tüketen olarak insan hayatı sürdürür, hayatta tüketeceği kalmadıkça bir tükenmiş olarak emekli olup ölümü bekler.
Bu algılama ve buhran duygusu tamamıyla yabancıdır. Bilinç için dışarısı kökenlidir. Organizması ki buna ruhsal yapısı da dahil bu durumu dışşal etkenlere bağlar. Ama sömürgenin boyutları psikolojik unsurları barındırmaya başladığında aslında içsel bir saldırı mekanizması işlemeye başlar ki bu bir anlamda birey açısından bir hedef şaşırmadır. Kendinizi, çevrenizi, toplumsal dinamiklerinizi daha doğrusu gerçeklerinizi anlama mekanizmanız felç olmaya başlamış diğer bir değişle “gerektiği, istendiği, beklendiği gibi” çalışmaya başlamıştır. Chomksy’nin “Rıza Mühendisliği” diye tanımladığı zihinsel kirlenme süreci bir anlamda zihnin ikna ile kirletilmesini temellendiriyor.
İkna ile kirletme yaşamın her alanında ikna olma ve ikna etme sürecinin etkiliğini tanımlayan bir yapı. Kullandığı dil, sosyal baskı unsurları, ve tanımlamaları ile aslında onaylamadığının yılmaz savunucusu olan bir bilinçten bahsediyorum. İkna, tartışılmaz otoriteye mutlu mesut  bir itaate dönüşmüştür artık.

İvan İllich “Okulsuz Toplum” kitabında mesleki rehberliği bir sınırlama aracı olarak tanımlar. İnsanları kabiliyetlerine yönlendirip daha başarılı olmalarını sağlayacak böylece insanları yapmakta mutlu ve verimli olacakları alanlara yönlendirme gibi bir amacı içerir olarak tanımlansa da onlara bir anlamda ne olmaları gerektiği içten içe sunulan bir giz gibi anlatılacaktı.

Bu ve bunun gibi mevzunun o kadar çok şey var ki insanlığın “psikolojik” serüveninde nereden nereye geldiğimizi gösteren acı reçeteler var ki bunları öyle bir çırpıda silip atamıyorsunuz. Psikoloji biliminin sabıka kaydı işte buralarda başlıyor. Elbette geçmişte yapılmış bilimsel fauller bilimin bu gününü bağlamamalı ama bilimin kullanıldığı amaçların insanlığı götüreceği açmazları anlamak açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Alâeddin Şenel’in (1984)  “Irk ve Irkçılık Düşüncesi” kitabında aktardıkları özellikle zeka testlerinin ilk kullanılmaya başlandığı 1890 larda psikoloji biliminin nasıl bir önyargıya sahip olduğunu görmek bunu açıklıyor. Irklar arasındaki farklılıkların araştırılmasının bazı ırkların üstünlüğünü ortaya koyma çabasına dönüşmesi zekâ bilimine önemli bir çizgi çekmiştir. Almanya’da geliştirilen algılama hızı testleri, 12 Beyaz, 11 Kızılderili, 11 Zenciye uygulanıp, ırkların algılama güçlerinin karşılaştırılması amacıyla kullanılmış. Alınan sonuçlar, Kızılderililerin algılamada ve de uyarıcılara tepki göstermede en hızlı, beyazların en ağır olduklarını göstermiştir. Ancak bu sonuçlar, akıl almayacak biçimde, Beyazların daha akıllı olduklarını gösterdiği biçiminde yorumlandı. Araştırmacıların engin yorumlarına göre beyazlar, düşünerek davranan, düşünceler kuran bir ırk oldukları için, tepkileri düşünmeden davranan öteki ırkların tepkilerinden elbette daha ağır olacaktı. Araştırma sonucunu yazan kalemi tutan elin rengi mürekkebe bulaşmıştır.

Yine pek çok araştırma aynı ırkın sınıfsal farklılıklarına üzerine odaklandığında ise durum bundan pek farklı değildi. Beyazların çocuklarına uygulanan zekâ testlerinin birinde, banka yöneticisi, avukat, yargıç, profesör çocuklarının, işçi çocuklarından yüksek dereceler tutturmaları, içinde yaşadıkları elverişli ekonomik, toplumsal ve kültürel çevrenin ürünü olarak değil, başarılı olma savaşımında iyi bir ana babadan gelmenin ne kadar önemli olduğunu gösterdiği biçiminde yorumlandı. Alınan sonuç, sınıfsal farklar kadar ırksal farklılıkları da gösteriyordu, çünkü yorumculara göre, farklı ırkların insanları farklı sınıflar içine yayılmış bulunuyorlardı. Bu tür araştırmalara arasında kadınların zeka düzeyini erkeklerinden çok daha aşağıda gösteren bulgulara değinerek açıkçası daha da komik olmak istemiyorum.

Aslında bu anlamda verilebilecek örnekler spesifik olmakla birlikte o dönem hakim ideolojinin etkileri hissediliyor. İkinci dünya savaşı sonunda Alman ulusu hakkında yapılan yorumlara baktığımda bir psikanalist Alman toplumunun gizil homoseksüel dürtülere sahip olmasının Yahudi soykırımlarının gerçekleşmesinde önemli bir etkisinin olabileceğini savunuyor. Bu tezin savunulduğu tarih 60’lı yıllar. Aynı şekilde Freud’un öğrencisi ve ilk Türk psikanalist Dr. İzzettin Şadan ise Türklerin Şamanizmin etkisiyle anaerkil bir toplum haline (Şadan buna Homoseksüel eğilimleride dahil eder) geldiğini İslam’la tanıştıktan sonra bu etkilerden kurtulduklarını iddia etmiştir. Şadan’ın bu tezleri savunduğunda Hitler’in iktidarda olduğunu hatırlatmak düşüncelerin kıymetine önem addeder diye düşünüyorum. Zaman ilerler, psikoloji bilimi yeni kulvarlara taşınmaya başlar. 70 lere  gelindiğinde Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) eşcinselliği bir rahatsızlık olmaktan çıkarıp, bir tercih haline getirdiğinde ise bu bahsedilen toplum travmalarına artık yeni bir tanı bulunmak zorunda kalınmıştır.

Yukarıda bahsettiklerim bu gün bakıldığında bir nostaljik sorgulama gibi kalıyor olabilir. Hatta pek çok alana göre yeni sayılabilecek bir bilim dalının ergenlik sivilceleri olarak kabul edilebilir. Ama bu gün de durum farklımıdır? Bir terapide rasgele karalamaların, umursuz konuşmaların altında bir gerçek aranmaya başlandığında yüzleşemeyecekseniz eğer duyacaklarınıza hazır olmanız gerekecek. Bu  korku yüzünden kendiniz  de olamayacaksınız.

Bu gün durum pek de farklı değildir. Psikoloji meslek erbapları bir bireysel olayı çözümleme iddiasıyla oryaya çıktıklarında ucu açık konuşmama eğilimini sürdürürler. İlk ve son söz onlara aittir. Söyledikleri kadar söyleyecekleri de doğrudur. İtiraz ettiğinizde çoğunlukla içsel çatışmalarınızdan gelen dürtülerinize hâkim olamadığınız, kendinizle yüzleşememenin verdiği öfke sizi biraz asabi yapacaktır. Mutlaka terapi almanız gerekecek, muhtemelen ne kadar süreceği konusunda belirsizlikler bulunacaktır.

Önceki İçerikBİR AVUÇ YANLIZLIK
Sonraki İçerikBURADA MİLYON TANE PUT VAR, KIRAR MISIN İBRAHİM?