100. Yürüyüşünde Yolcu: “BUNCA YOL ÇİĞNEDİLER ÇİÇEK ÇİĞNEMEDİLER”
Yoldakiler:
*ömer idris akdin *cengizhan konuş *mustafa everdi *mustafa uçurum *mustafa ışık *çağatay hakan gürkan *ismail delihasan *akif dut *yıldırım beşkardeş *mehmet aycı *mehmet şamil *hamza çelenk *ismail aykanat *gökhan akçiçek *yasin yarar *eyüp akyüz *ömer vural *sadık yalsızuçanlar *faik öcal *mustafa köneçoğlu *bülent sönmez*bilal can *ahmet şevki şakalar *lütfi bergen *ismail demirel *duran çetin *ilyas sucu *fatih tezce *arif arcan *şevket hüner *mehmet özger *rabia gelincik *aydın hız *vahide nur kayar *gökhan akçiçek *ali korkmaz *Ömer İdris akdin ‘Seyir Defteri’ni 99. Kez yazdı: “Saygıdeğer Okur! Elinde tuttuğun bu dergi, özgürlük adalet ve erdemli bir toplum oluşturma gayretlerine mütevazi bir katkı olsun amacıyla yayınlanmaktadır. Kabus ve vehim tacirlerine karşı onurdan ve vakardan yana saf tutmuş herkes için bir platform olma uğraşısında olacağız. İnanıyoruz ki geleceği ‘iki kardeşlik dünyası’ kuracaktır: Dinde ya da yaradılışta kardeşlik… Bu bağlamda yapılacak her türlü samimi ve içten katkıya açığız. Şafağın bereketi karanlığın rahminde saklıdır. Vesselam. 22 yıl önce yola çıktığımızda Seyir Defteri’ni böyle bir not ile bitirmiştik. Daha sonra bu notlara binlerce kelam eklendi.” *Sahifenin Orta Yerinde Yılmaz Demir Derviş Zaim’i konuşturdu: “Eğitim, aile, çevre, gördüğüm ve işittiğim bir sürü şey bu tip bir inşanın üzerinde etkili olmuştur, filmlerimdeki biçimler yaşadığım bir sürü şeyin bir toplamıdır. Bilinçli ya da bilinçsiz hayatımın toplamı.” *Sadık Yalsızuçanlar eskimeyen bir romanı irdeledi: “Yeni Baştan, aşk’la başlıyor. İbn Arabi’nin dediği gibi, ‘insan neye talipse odur…’ Ama aşk ve ölüm habersiz gelir. Gelir bir yolcu gemisinde sizi bulur.”
*Bilal Can Mekan üzerine kelam etti: “İnsan mekânın da kurdudur. Mekânı üretebildiği gibi mekânları ortadan kaldırabilme kapasitesine sahip olması, mekân üzerinde kendini sonsuz güce sahip hissetmesi, mekânı pasifize etmesi mekânı araçsallaştırması ve daha sonra da mekânı amaçsallaştırması sonucu mekâna dair anlamda bir kaymaya neden olmuştur.
*Lütfi Bergen, Yahya Kemal’de millet kavramı üzerine inceleme yaptı: ““Yahya Kemal, Müslümanlığı milletimizin tekevvününü sağlayan, ona ruh veren temel unsur olarak kabul eder: Milletlerin mayası kan değil, dindir”
*İlyas Sucu Endülüs’e atıf yaparak yakın tarihimizi değerlendirdi: “İnebahtı ve sonrasındaki gelişmeleri izleyerek, hem Osmanlı/Türk modernleşmesinin adımlarını takip etmek hem de aynı izlence üzerinden modern Batı’nın ya da kapitalist modernleşmenin alan açılımını eş zamanlı olarak düşünmek, ele almak.
*Mehmet Özger, Türkiye’de nasıl aydın olunur sorusunun peşine düştü: “Aydın yetiştirme potansiyeli olan alanlardan biri akademidir, en azından dünyada böyledir. Bizde akademi, dün olduğu gibi bugün de aydın yetiştirmiyor. Aydın; özgür düşünen, eleştiren, sorgulayan insandır. Ancak akademi, kendi içinde fasit bir daire olduğu için özgür düşünmeye imkân vermez.”
*Aydın Hız, Mustafa Bakırcı’nın Amerika’daki Giresun Kitabı üzerinden kıtaya seyrü sefere çıktı: “Yazar’ın da belirttiği gibi “Yağlıdere’den ABD’ye Göçün Hikayesi; Ağa Köprüsü’nden Brooklyn Köprüsü’ne” uzanırken, gidenlerin geride bıraktıkları, yanında götürdükleri ve götüremedikleriyle, unuttukları ve unutamadıklarıyla, yeni bir hayata karşı ürkek ve çekingenlikleri kadar girişimcilikleriyle büyük bir hikayenin hem gönül burkan hem de umut aşılayan bölümleri gibi.”
*Gökhan Akçiçek, Hüseyin Avni Cinazoğlu portresini inceledi: “Dostlarının “Sahipsiz Şadırvanın Özgür Güvercini” diye adlandırdığı Cinozoğlu, kızı Neslihan’ın vefatından sonra saçlarını bir daha kestirmez. Onu uzun saçlarını ile Safranbolu sokaklarında gören çocuklar da şair olmak ister. Şairliğin şiirle değil de, uzun saçla ilgisi olduğuna inanmıştır çoğu çocuk.”
Demli bir çayı karıştırdım ve pembe dünyalar allak bullak oldu. Konuktur ciğerime hem nergiz kokusu hem nikotin buğusu. Azad ettim mahallemin köpeklerini, özlediğimde tv seyrediyorum, haberler, şovlar, sulu sepken durumlar.
Parmaklar beni gösterir, avuçlarından alın teri damlayan ojeli tırnaklar; tebbet yeda ebi leheb! Karanlığın rahminde rakseden çılgın bir kelebeğim ben, kanatların rengarenk. Yoluma dikilen cüsseli cesetler, ciğeri beş para etmez, sokağımın kedilerine emanet.
Öcüler menüsünde birinci sıradaki korkuyum ben. Bozguna sürgün edildim, sakalım kirli, katran karası.
Buradayım hem orada. Tatlı rüyaların tam ortasına saplanan öfkeden mızrak! Zulmün yakasına yapışmış mağrur bir gülüm ben. Bol ışıklı beş yıldızlı salonların parlak büyüsüne sokaklarımın iflah olmaz çamurunu sıvayacağım mahir bir usta gibi. Dinleyin ve korkun bu çamurun büyüttüğü acıyı ve çığlığı. Gözbebeklerimdir fünyesi çekilmiş bomba; bakışlarım çıplak ve soğuk, her an tetikte.
Üzerime salınan mavi kanlı hukukun panzehiri dolaşıyor damarlarımda; Annemin göğsünden emdiğim kutsal adalet! Ve merhamet, sağır vicdanların kalın duvarlarını parçalayıp karşınıza dikilecek. Gözetleyin beni, takılın peşime.
Ayaklarım nasırlı; Kızıldeniz’in kumsalını adımlıyor gibi sıcak ve devingen. Bilir beni iyi bilir şeytan uygarlığı ve sentetik müminleri ve kibrin batağında yine de tedirgindir sürüngenler.
Zamanın kalbi benim, ruhum özgürlüğün ve ezilmişliğin yol arkadaşı. Medya plazaların, köhne ekranların ve soysuz buyurganlığın çok iyi bildiği şeydir bu, Elimin tersi kaşınıyor! Yumruklansın kız kardeşim mektep kapılarında, maaş kuyruğunda can versin ihtiyar, umut işkenceden geçsin, bilinç tutuklansın. Öfkemin mayası tutsun ve kabarsın.
Gündüzün aydınlıktır ceketimin astarında. Delikanlı, el- etek öpmez hırçın bir devrimciyimdir gece. Kelimelerin ve cümlelerin derin nutuklar tanrısına kurban edildiği bir ülkede itirazın diliyle konuşmayı öğrendim. Suretim kayıtlarda şüpheli, iflah olmam.
Yüreğimin sesine koşuyorum. Yazıklanma kahır gömleğimin yakasındaki kirdir yıkasan da çıkmaz. Ne kaldı ki düşler bahçesinden devşireceğim yepyeni bir gün doğumuna.
Adımız eşkıya bellenmişse gereğini yapmalı insan. Dengeler adına üretilen ne varsa üstümüzde karabasandır. Oyunbozan direngenliğinden başkası değil sözlerimiz. Global savaş makinesi insanı ve doğayı kirletmek için kavl etmişse dahası bunu hür dünya adına yapmak gibi masum tarza oturmuşsa vakti gelmiştir bütün kavramları yeni baştan tanımlamaya. Sen tanımlayamıyorsan, tanımlanmış bir nesne olarak yaşayacaksın her daim. Tanımlanmış ve ucuzlatılmış…
Dengeler adına vuruluyorsak, dengeler adına çocuklarımız ve kadınlarımız uygar dünyanın seyirliğine terk ediliyorsa. Dengeler adına kamusal dedikleri at meydanlarından görüntüyü bozuyor için kovuluyorsak, satılıyorsak ekmek parasına, titriyorsak loş sokaklarda, köprü atlarında, cesedimiz kaskatı kesilmişse çukurun birinde; kınında çekilmiş bir hançer ışıltısıyla gırtlağını temizlemeli haramzade semirgenlerin. Duy acıyı ve kör karanlıklarda atılan çığlı nasıl kaybolur ve ateş nasıl bir yüreği kavurur; duy ve inle köpekler gibi…
Bu bahisi siz açtınız. Ama kapatmak bize düşecek mutlaka. Ruhuna alçaklık yuva yapmış soytarılar, şanlı bir tarihi karanlık suretlerin elinde oyuncak yaptı. Bir millet ki hiçbir zaman köle olmadı ve bilmez de ne demektir uşaklık yapmak. Ama yöntemlerimiz çağcıl, ince ayarlı ve sağmal. Kavramlarınızla kuşatırsınız her şeyi. Her şey sanırsın ki yerli yerinde. Piyasa şartlarına ayarlanmıştır; çek, senet, döviz, borsa biraz da… Namusunuz ve namınız dövize endeksli tahvillere muadil. Ve yürüyorsunuz yeryüzünde kibirli ve leşe konan kargalar gibi tünüyorsunuz saraylarınıza sonra.
“Kervanın konakladığı yere ulaştı Ebu Sufya’nın, bir grup müşrik haberci. Dediler, ey Mekke’nin ulusu Ebu Sufyan! Muhammed Bağlıları Bedir kuyularına ulaştı, bizimle gelmeyecek misin? Hayır, dedi Ebu Sufyan, kervala, yola devam edeceğim! Ya şerefin dediler O’na. Parmaklarını uzattı ve gösterdi; benim şerefim kervanlarımın sırtında!”
Şerefi kervanın sırtında olanlarla onurunu yüreklerinde taşıyanlar arasındaki fark ne kadar da derin.
Küresel ısınma falan derken kış, yaz birbirine karıştı. Her ne kadar kar yavaş yavaş inmeye başlasa da bütün endâmıyla, “yazdan kalma” günlerin tadını kış mevsiminde daha bir keyifli çıkardık. Takvim olmasa yanımızda, tarihi gösterecek her türlü teknoloji uzağımızda olsa hangi mevsimde olduğumuzu bile şaşıracağımız günler yaşadık. Mevsimlerle birlikte aklımız da karıştı.
Kutuplardaki buzların parça parça eriyip kaybolduğunu görünce dünyanın 40-50 yıl içinde çölleşeceğini söyleyen bilim adamlarına kulak vermek gerekiyor. Elimizden gelen bir şey var mı diye düşünsek bir süre; herhalde cevabımız “yok” olacaktır. Hızla çölleşiyoruz, mevsimler birbirine karışıyor. Yaşam dediğimiz keşmekeş tatsız tuzsuz bir hâl alıyor.
Sait Faik Abasıyanık o meşhur “Son Kuşlar” hikâyesinde yıllar öncesinden sanki bugünleri görmüş gibi o zamanın çocuklarına seslenir: “Bizler kuşları ve yeşilleri çok gördük. Sizler için yazık olacak. ” der. Büyük yazar elli yılı aşmış bir zamandan seslenir bize. Bugünün ağacını, kuşunu, yazını, baharını görünce o zamanın nasıl bir halde olduğunu bile düşünemez duruma geliyor insan. Sanayi tam anlamıyla gelişmemişken, çevre kirliliği diye bir kavram insanların gündemine oturmamışken Sait Faik gelecek için umutsuz cümleler kurabilmektedir. Acaba büyük usta bugünleri görseydi halimizi anlatmak için nasıl bir öykü yazardı ya da öykü falan yazmayı bırakıp çeker gider miydi bulduğu küçük bir doğa parçasının koynuna? Devamını oku »
· Ahmet Arif’in şiiri neden karanfil kokar, neden toplu fotoğrafları bile vesikalık çıkar?
· İsmet Özel, müritlerini bırakıp neden celladına gülümser?
· Neden, Ece Ayhan’ın anıtı mezun etmez hiçbir meçhul öğrenciyi?
· Necatigil’in şiiri, neden solgun bir gül olur (d)okununca?
Neden, birinci sigarasıyla dünyanın bütün orta sınıflarına ortak kılar memur edilmiş hayatları?[1]
· Neden herkesin bir Attila İlhan’ı olduğu bu kadar geç anlaşılır?
Soru 2
· Neden, uyanmak rüyayı değiştirmez?[2]
· Neden ilk kitaptan sonra ölür bazı şairler? Neden ölünce sevilir bazı şairler?
· Erzincan’a kar yağsa neden en çok Fahriye Abla üşür?
· Türkân Şoray, neden, Devlerin Aşkı’nda, Derviş Bey’de, Dila Hanım’da Kadir İnanır’a baktığı gibi bakmaz çocukluğumuza?
· Neden, sevgilinin fotoğrafa dokunuşunda, çocukların gülüşünde artık şiir yok? Kimse kimseye ‘parmaklarının gölgesini göndermez’[3] mektuplarda? Devamını oku »
‘Klasik müzik başlar başlamaz kapatılan radyoların yanında büyüdük.’[2] şeyhim.
Türkülere düşkünlüğümüzün ‘Sebeb Ey’i biraz da budur.
Cibran’ı, girişindeki eski radyoyla, bir zamanlar o radyolardan yayılan ezgileri asri zamanlara taşıyan türkülerle tanıdık ve sevdik.
1980’li yıllardı şeyhim.
Lisedeydik.
İhtilaller, sabahın erken saatlerinde radyo binalarının ele geçirilmesiyle başlardı. İhtilallerin başarısı sanki büyük ölçüde radyo binalarının ele geçirilmesine bağlıydı. Bütün Türkiye için bir tek mikrofon vardı ve onu elinde tutan, memleketin kaderini elinde tuttuğunu hissediyordu.[3] Devamını oku »
Son Yorumlar